Bu kitapta tartıştığımız kuramlar çokluk batı toplumları üzerinde odaklanmıştır. Ama batı, daha önce hiç olmadığı ölçüde, dünyanın geri kalanının bir parçası olmuştur. Bu dünyanın hatırı sayılır bir kısmını, ister iyi diyelim ister kötü, batı denetlemektedir. İncelediğimiz sanayi sonrası toplum kuramlarının bu durumun tamamen farkında oldukları söylenebilir.
Değerin kaynağı artık emek değil, bilgidir
"Biz şimdi, geçmişte otomobilleri kitlesel olarak ürettiğimiz gibi enformasyonu da kitlesel olarak üretiyoruz…. bu, bilgi ekonominin itici gücüdür" (Naisbitt, 1984: 7). Enformasyon toplumu, yandaşlarına bakılırsa, toplumun en temel düzeyinde değişime neden olur. Yeni bir üretim tarzını başlatır. Tam da zenginlik yaratımının kaynağını ve üretimdeki egemen etkenleri değiştirir. Sanayi toplumunun merkezi değişkenleri olan emek ve sermayenin yerini, temel değişkenler olarak enformasyon ve bilgi alır. Locke ve Smith’den Ricardo ve Marx’a dek birbirinin peşi sıra gelen düşünürler tarafından formülleştirilen klasik emek değer kuramı, yerini bir "bilgi değer kuramı"na bırakmalıdır. Şimdi, "değerin kaynağı emek değil, bilgidir" (Bell, 1980a: 506). Hazel Henderson, "mikro işlemcinin, sonunda emek-değer kuramını iptal ettiğini söyler (Henderson, 1978:
Cemaatin Dönüşümü
Geç modern dönemde cemaat sosyolojisi
Tönnies’in Gemeinschaft ideal tipinin yetersiz kalması
Tönnies’in Gemeinschaft ideal tipi teorik bir araç olarak önemli bir fonksiyon ifa etmesine karşılık, tam da cemaate yüklediği belirli toplumsal koşullara gönderme yapan anlamıyla da, cemaatin daha farklı toplumsal koşullarda ortaya çıkabilecek yeni görünümlerinin anlaşılmasında çelişkiler yaratabilmektedir. Günümüzde cemaatin yukarıda öncüllerini sıralamaya çalıştığımız şekilde yeniden gündeme geliş koşullarında tanımlama noktasında böyle bir çelişkinin yaşandığı gözlemlenebilir bir olgu haline gelmiştir. Cemaatin toplumsal koşullarda ortaya çıkan tikel görünümlerinin incelenebilmesi sürecinde, daha çok teorik cephede ortaya çıkan bu problem, cemaatle ilgili araştırmaların öncesi ve sonrasında yeni bir çerçeve boşluğu yaratmaktadır. Sözü edilen bu teorik çerçeve boşluğu, cemaatin Tönnies’in yetkin bir şekilde sınırlarını çizdiği Gemeinschaft tipolojisinden sonra, farklı toplumsal koşullar için kapsayıcı olabilecek yeni teorik kurgularının yeterince oluşturulmamasından kaynaklanmaktadır.
Yıllardır modern sanayi uygarlığını tartışıyoruz. İlk günahı kimin işlediğini, insanın bir zamanlar doğayla barışık bir halde yaşadığı o güzel günlere kimin son verdiğini, bizi fırtınaların orta yerinde kimin çırılçıplak bıraktığını bulmak için daha çok tartışacağız. Çünkü “Tanrı(nın) öldü”ğünü bilmek, geleneğin zincirlerini parçalamak yetmedi; bu kez özgürlük ciğerlerimizi yakmaya başladı. Özgürlük kendinin, ayrıca ötekinin sorumluluğunu üstlenmek, belirsizliklerle, çözülmez çelişkilerle sarmaş dolaş yaşamak, yani, modern bireyler olmak demekti.Ama ağır geldi özgürlük. Taşıyamadık.
Bilgeliğe, ona en az inandığımız zaman ihtiyaç duyuyoruz
Hayatta, “doğa yasaları”nın bilgisinden veya teknik becerilerden dahasık ve daha yoğun bir şekilde ahlâki bilgi ve becerilere ihtiyaç duyuyoruz. Ama bu bilgi ve becerileri nereden edineceğimizi bilmiyoruz; bu bilgi ve beceriler bize sunulduğu zaman da (eğer sunulursa), onlara tamamen güvenip güvenemeyeceğimizdcn pekemin olamıyoruz. Bugünkü ahlâki durumumuzun en derin çözümlemecilerinden biri olan Hans Jonas’ın gözlemlediği gibi, “kullanımında bu kadar az kılavuz olan bu kadar çok güç hiçbir zaman yoktu... Bilgeliğe, ona en az inandığımız zaman ihtiyaç duyuyoruz”.
Yıllardır modern sanayi uygarlığını tartışıyoruz. İlk günahı kimin işlediğini, insanın bir zamanlar doğayla barışık bir halde yaşadığı o güzel günlere kimin son verdiğini, bizi fırtınaların orta yerinde kimin çırılçıplak bıraktığını bulmak için daha çok tartışacağız. Çünkü “Tanrı(nın) öldü”ğünü bilmek, geleneğin zincirlerini parçalamak yetmedi; bu kez özgürlük ciğerlerimizi yakmaya başladı. Özgürlük kendinin, ayrıca ötekinin sorumluluğunu üstlenmek, belirsizliklerle, çözülmez çelişkilerle sarmaş dolaş yaşamak, yani, modern bireyler olmak demekti.Ama ağır geldi özgürlük. Taşıyamadık.
Ödev sonrası çağ
Çağımızda özveri düşüncesi meşruluğunu yitirdi; insanlar, ahlâki ideallere ulaşmaya ve ahlâki değerleri korumaya teşvik edilmiyorlar ve bunun için kendi sınırlarını zorlamaya istekli değiller; politikacılar ütopyaları tamamen öldürdüler ve dünün idealistleri pragmatikleşti. En evrensel sloganımız, “Aşırılığa hayır!" Bizimkisi katıksız bireycilik çağı ve sadece hoşgörü talebiyle sınırlanan iyi yaşam arayışı revaçta (kendi kendini kutlayan ve vicdandan yoksun bireycilikle birleştiğinde, hoşgörü kendini ancak kayıtsızlık olarak ifade edebilir). Ödev sonrası çağ ancak en kalıntı halindeki minimalist ahlâka izin verebilir.
Bu kitapta tartıştığımız kuramlar çokluk batı toplumları üzerinde odaklanmıştır. Ama batı, daha önce hiç olmadığı ölçüde, dünyanın geri kalanının bir parçası olmuştur. Bu dünyanın hatırı sayılır bir kısmını, ister iyi diyelim ister kötü, batı denetlemektedir. İncelediğimiz sanayi sonrası toplum kuramlarının bu durumun tamamen farkında oldukları söylenebilir.
Enformasyon "büyük eşitleyici"dir
Herkesin iddia ettiği gibi, enformasyon toplumunun doğuşu en az sanayi toplumunun doğuşu kadar devrimci bir değişimi işaret ediyorsa, o vakit basitçe -Bell’in savunacağı üzere- "tekno-ekonomik yapı"da değil, aynı zamanda toplumun tüm boyutlarında değişimlerin olmasını beklemek gerekecektir kesinlikle.
Enformasyon toplumu kuramı savunucularının büyük kısmının görüşü yukarıdaki gibidir. Sözgelimi, Toffler, "enfo-küre"deki değişimleri "tekno-küre", "sosyo-küre", "iktidar-küresi", "bio-küre" ve "psiko-küre"deki değişimlerle sistematik bir örüntü olarak bağlantılandırır (Toffler, 1981: 5), Dahası, bu düşünürlerin çoğunluğu açısından, yeni enformasyon toplumunun, yaratacağı tüm gerilimlere ve sorunlara rağmen basitçe yeni bir üretim tarzı olarak değil, bütün bir hayat tarzı olarak hoşnutlukla karşılanacağı ve selamlanacağı açıktır. Toffler "sanayiciliğin ölümü ve yeni bir medeniyetin doğuşu"ndan söz eder. "Bugünlerde pek gözde olan şık kötümserlik"e karşı koymaya çalışır. Üçüncü Dalganın ortaya çıkardığı medeniyet "şimdiye dek bildiğimiz herhangi bir medeniyetten daha makul, duyarlı ve ayakta tutulabilir, daha nezih ve daha demokratik" kılınabilir (Toffler, 1981:2-3). Naisbitt de, buna benzer şekilde, onun taze bir inisiyatif, bireycilik ve demokrasi dalgası için devasa bir potansiyel olduğu kanısındadır. Naisbitt, kurumların bilgisayara dayalı olarak baştan başa yeniden yapılandırılması beklentisindedir. Enformasyon "büyük eşitleyici"dir.
İlkeli siyaset, kimlik, ahlâk, sorumluluk... postmodern dönemin umacıları. Gün, sorumluluk almamanın, bağlanmamanın, parçalı kimliklerin, plastik cinselliğin ve tüketicilerin günü! Madem ki siyaset agoralardan silinip oy sandıklarına hapsedildi; modernliğin toplama kamplarında bitiremediği Öteki, evin, mahallenin, kentin dışına püskürtüldü; hayat artık doğumla başlayıp ölümle sona eren bir süreklilik olmaktan çıkıp hesaplanabilir ve sürdürülebilir parçalara bölündü...
Modernliğin evrensellik iddiasını kaybedişi
Modernlik bir zamanlar kendisini evrensel görüyordu. Şimdi ise kendisini küresel sayıyor. Bu sıfat değişikliğinin arkasında, modern öz-bilinç ve özgüven tarihindeki bir dönüm noktası gizlidir. Evrensel[lik], aklın hâkimiyeti[nde] olmak demekti: Duygulara köleliğin yerine rasyonel varlıkların özerkliğini, hurafe ve cehaletin yerine hakikati, sürüklenen planktonun sıkıntılarının yerine kendi kendisini yaratan ve tamamen gözetlenen tasarım-ürünü-tarihi koyacak olan şeyler düzeni [demekti]. "Küresellik” tersine, sadece herkesin her yerde McDonald's burgerleriyle beslenip TV'de en yeni belgesel dramayı izleyebileceği anlamına geliyor. Evrensellik, gurur duyulan bir projeydi, gerçekleştirilecek Herkülvari bir misyondu. "Küresellik” ise, tam tersine, "dışarıda” olup bitenlere koyun gibi rıza gösterme; "bükemediğin bileği öpeceksin" türü bir öz-teselli nasihati ile şekerlendirilse de daima kapitülasyonun acılığı ile karışan bir kabullenmedir. Evrensellik, felsefecilerin koltuklarını kabartan bir başarıydı. Küresellik ise, felsefecileri çıplak bırakarak yeniden, evrenselliğin kendilerini kurtarmayı vaat ettiği çöllere sürgün ediyor.
Cemaatin Dönüşümü
Geç modern dönemde cemaat sosyolojisi
En küçük ortak paydaya indirgenmiş, tek konu, tek sorun oluşumları
Klasik cemaatin insanın yaşamının bütününü içine alan özelliğine karşılık, bu yeni oluşumlar, karşılıklı sınırlandırılmış, amaç veya hedef olarak birlikte paylaşılan, belirlenmiş noktalar üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Bauman buna “en küçük ortak paydaya indirgenmiş, tek konu, tek sorun oluşumları” demektedir. Fakat yine de cemaat bu ortak paylaşılanda temsil edilerek, hayatı anlamlandırma ve bütünlük duygusunu sağlama noktasında bireyin bütünü üzerine kurulmaktadır. Cemaat, modernliğin yukarıdan dayattığı ulus, halk, sınıf gibi toplumsallaşma biçimlerine alternatif karşı-yapısal toplumsallıklar olarak, etnik, dini temelde yıkıcı olabildiği gibi, kamusal alanı evcilleştirmenin ve yaşanabilir hale getirmenin yeni yöntemi ve tatmin aracı da olabilmektedir. Buna bağlı olarak yeni cemaatler, toplum, ulus, halk, sınıf gibi total bütünlüklerin dağılma sürecinde birey ve güçlü devlet arasında kalan geniş boşluğu doldurma biçimleri olarak da algılanabilmektedir.
Yıllardır modern sanayi uygarlığını tartışıyoruz. İlk günahı kimin işlediğini, insanın bir zamanlar doğayla barışık bir halde yaşadığı o güzel günlere kimin son verdiğini, bizi fırtınaların orta yerinde kimin çırılçıplak bıraktığını bulmak için daha çok tartışacağız. Çünkü “Tanrı(nın) öldü”ğünü bilmek, geleneğin zincirlerini parçalamak yetmedi; bu kez özgürlük ciğerlerimizi yakmaya başladı. Özgürlük kendinin, ayrıca ötekinin sorumluluğunu üstlenmek, belirsizliklerle, çözülmez çelişkilerle sarmaş dolaş yaşamak, yani, modern bireyler olmak demekti.Ama ağır geldi özgürlük. Taşıyamadık.
Postmodern perspektif
Bu çalışmanın asıl konusu, postmodern perspektifin kendisidir.
Bu kitabın temel savı, modern çağın özeleştirel, sık sık kendini karalayıcı ve birçok açıdan kendini yıkıcı evresine ulaşmasının sonucunda (postmodemlik kavramının kavramaya ve ifade etmeye çalıştığı süreç), daha önceki etik teorilerin (ama modern çağın ahlâki kaygılarının değil) izlediği birçok yolun, çıkmaz bir sokak gibi görünmeye başladığı; öte yandan ahlâki fenomenlere ilişkin tamamen yeni bir anlayışın yolunun açıldığıdır.
Bu kitapta tartıştığımız kuramlar çokluk batı toplumları üzerinde odaklanmıştır. Ama batı, daha önce hiç olmadığı ölçüde, dünyanın geri kalanının bir parçası olmuştur. Bu dünyanın hatırı sayılır bir kısmını, ister iyi diyelim ister kötü, batı denetlemektedir. İncelediğimiz sanayi sonrası toplum kuramlarının bu durumun tamamen farkında oldukları söylenebilir.
Enformasyon Toplumu mu Denetim Devrimi mi?
Enformasyon Toplumu son yıllardaki değişimlerin sonucu değil.. daha ziyade bir yüzyıldan daha fazla bir süre önce başlamış olan, maddi ekonomi yoluyla malzemelerin işlenme ve akış hızındaki artışlardan kaynaklandı. Benzer şekilde, mikro-işlem ve hesaplama teknolojisi, bugünlerde moda olan kanaatin tersine, hazırlıksız bir toplumda ancak son yıllarda zincirlerinden boşanmış yeni bir gücü değil, Denetim Devrimi’nin süregelen gelişiminin yalnızca en son kesitini temsil eder. Bu durum, bilgisayarlı denetimin bileşkelerinin birçoğunun, niçin ondokuzuncu yüzyılın başlarında bir denetim krizinin ilk işaretlerinin belirmesinden bu yana Charles Babbage gibi vizyon sahipleri ve Daniel McCallum gibi pratik yenilikçiler tarafından öngörülmüş olduğunu açıklamaktadır.
İlkeli siyaset, kimlik, ahlâk, sorumluluk... postmodern dönemin umacıları. Gün, sorumluluk almamanın, bağlanmamanın, parçalı kimliklerin, plastik cinselliğin ve tüketicilerin günü! Madem ki siyaset agoralardan silinip oy sandıklarına hapsedildi; modernliğin toplama kamplarında bitiremediği Öteki, evin, mahallenin, kentin dışına püskürtüldü; hayat artık doğumla başlayıp ölümle sona eren bir süreklilik olmaktan çıkıp hesaplanabilir ve sürdürülebilir parçalara bölündü...
Postmodern Akıl Arayışı
Bu kitaptaki denemelerin gönderme yaptığı ve motiflerini geliştirdiği kitabım Postmodern Etik'te (Postmodern Ethics, Oxford: Blackwell, 1993) yeni postmodern perspektifin, ortodoks ahlak ve ahlaki hayat anlayışımıza getirdiği ya da getirebileceği değişiklikleri ele almıştım. Orada, belli bazı modern umutların ve özlemlerin yıkılmasının ve hem toplumsal süreçleri hem de bireysel yaşamların işleyişini saran yanılsamaların yok olmaya yüz tutmasının, bizim ahlaki fenomenlerin hakiki doğasını her zamankinden daha açık biçimde görmemizi sağladığını ileri sürmüştüm. Bunların görmemizi sağladığı en önemli şey, ahlakın “asal” statüsüdür: (Yani), toplumsal olarak inşa ve teşvik edilen doğru davranış kuralları bize öğretilmeden ve biz bunları öğrenmeden önce zaten ahlaki seçim yapma durumunda kalıyoruz. Deyim yerindeyse biz kaçınılmaz olarak —varoluşsal anlamda- ahlaki varlıklarız: Yani, Öteki'nin meydan okumasıyla, Öteki için sorumluluğun meydan okumasıyla, bir için-olmak durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz (doğuyoruz). Bu “için sorumluluk” toplumsal düzenleme ve kişisel talimin bir sonucu olmaktan çok, bu toplumsal düzenlemelerin ve kişisel eğitimin doğduğu, gönderme yaptığı; yürütmeye ve yeniden çerçevelemeye kalkıştığı asal sahneyi çerçeveliyor.
Bu önerme, kesinlikle, insanların “özde iyi” ya da “özde kötü” oluşuna dair yürütülen eski ve genel olarak da sonuçsuz tartışmanın bir parçası değildir. “Ahlaki olmak” “iyi olmak” demek değil fakat insanın iyi ile kötü arasında bir seçim olarak yazarlık (authorship) ve/veya aktörlük özgürlüğünü kullanması demektir. İnsanların “özde ahlaki varlıklar” olduğunu söylemek bizim temelde iyi olduğumuzu söylemek anlamına gelmiyor. [Aynı şekilde], toplumsal olarak inşa edilen ve öğretilen kuralların asal ahlaki durum bağlamında ikincil olduklarını söylemek de kötülüğün, zararlı toplumsal baskıların ya da sakat toplumsal düzenlemelerin orijinal iyiliği bozmasının ya da yetisizleştirmesinin sonucu olduğunu söylemek demek değildir. İnsani durumun her şeyden önce ahlaki olduğunu söylemenin anlamı şudur: Biz, neyin “iyi” ve neyin “kötü” olduğu (ve bazen her ikisi de olmadığı) bize söylenmeden çok önce zaten iyi ile kötü arasında seçim yapma durumunda kalıyoruz. Öteki ile karşılaştığımız o kaçınılmaz anda zaten hemen bu seçimle yüz yüze geliyoruz. Bunun anlamı ise şudur: Seçelim ya da seçmeyelim, biz, ahlaki bir sorunun içine doğuyor ve yaşam tercihlerimizle ahlaki ikilemler olarak karşılaşıyoruz. Bunun sonucu olarak da biz, herhangi bir| sözleşme, çıkar hesabı ya da bir davaya bağlılık yoluyla doğacak herhangi bir somut sorumluluk üstlenmeden çok önce ahlaki sorumluluklar -yani, iyi ile kötü arasında seçim yapma sorumlulukları— taşıyoruz. Bunun bir diğer sonucu ise şudur: Bu tür somut sorumluluklar, iyi işlenmiş bir kurallar koduna çevirmeye uğraştıkları asal ahlaki sorumluluğu öldürüp onun yerine geçemezler; yani, ahlaki sorumluluk olgusu, yalnızca gizlenebilir, iptal edilemez.