Demokrasi

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
528
Baskı Tarihi
2015
Yazılış Tarihi
1991
ISBN
978-975-01164-8-3
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Sentez Yayıncılık
Editörü
Ümit Tatlıcan
Mütercimi
Özlem Balkız - Gülhan Demiriz - Hacer Harlak - Cevdet Özdemir - Şebnem Özkan - Ümit Tatlıcan
Orijinal Adı
Key Ideas in Sociology

Sosyolojide Temel Fikirler, ondokuzuncu ve yirminci yüzyılların büyük sosyolojik düşüncelerine bir giriş çalışması olarak hazırlanmıştır. Hedef kitlesi sosyoloji ve ilişkili sosyal bilim derslerine devam eden Lisans ve Hazırlık Sınıfı öğrencileridir. Kitabın ilgi odağı, sosyoloji ve toplumsal düşüncenin -içinde yaşadığımız dünyayı anlama, yorumlama ve bazı örneklerde değiştirme aracı olarak- gelişiminde etkili olan temel fikirlerdir. Kitap üç ana kesim veya döneme bölünmüştür: 

1. Klâsik Dönem: Kurucu Babalar ve Çağdaşları,
2. Modern Dönem,

Demokrasi ve Oligarşi

(Robert) Michels, teorisyen dostları Pareto ve Mosca gibi, yüzyılın başında, kitle demokrasisinin Avrupa'yı hâkimiyeti altına alır göründüğü, sosyalist ve komünist fikirlerin revaçta olduğu ve gerçek demokrasinin -halkın kendisi için, kendisi tarafından yönetiminin- geldiğinin ilân edildiği bir dönemde yazmıştır. Ancak Michels, tıpkı Pareto ve Mosca gibi, giderek bu demokrasinin imkânsız hale geldiğini ve oligarşinin kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başlar. Onun tezinin temelini, kitle demokrasilerinde örgütlenme ihtiyacı ('demokrasi örgütsüz düşünü­lemez') ile büyük örgütlerin oligarşi eğilimi ('Kim organizasyondan söz ediyorsa, oligarşiden söz etmektedir') arasında bir çelişki bulunduğu düşüncesi oluşturur.

Bir kitle demokrasisinde, birey tek başına bir güce sahip değildir. Sadece örgütler içinde diğerlerine katılarak sesini duyurabilir ve bu durum özellikle eğitim ve paradan, siyasal dizginleri ele geçirecek bağlantılardan yoksun çalışan sınıflar için doğrudur. Ancak, delegeler "kitleleri temsil etmek ve onların iradesini gerçekleştirmek" amacıyla seçilecekleri için, bu kitle örgütleri içinde kararların alınmasında kimse belirleyici konumda olamaz. Ayrıca, etkili olmak için bu örgütlerin tam-gün çalışan elemanlara ve idari kurallar ve düzenlemeler hiyerarşisine ihtiyaçları vardır. Fakat, gerek resmi görevliler gerekse örgüt liderleri arasında çok geçmeden oligarşik eğilimler gelişmeye başlar.

  • Memurlar bilgi üzerindeki uzmanlıkları ve güçlerini kararları etkilemek için giderek daha fazla kullanmaya başlarlar.
  • Giderek, bürokrasilerde bir kariyer yapısı gelişir ve 'terfi çılgınlı­ğı' ortasında, kişinin üstlerine itaati çok geçmeden yetenekten fazlasını anlatmaya başlar. Böylece, bireysellik ve eleştiri kısa bir süre içinde ortadan kaldırılmaya ve ezilmeye çalışılır ve tepedekilerin gücü artırılır.
  • Giderek, bu örgütlerin tepesindekiler, örgütün hedeflerine ulaşmaktan çok kendi güçleri ve ayrıcalıklarını sürdürmekle ilgilenirler. Örgüt bir aracın amacından ziyade bizzat amaç haline gelir; örgüt politikaları, radikal eylemler, örgütün yıkımına yolaçabilecekleri korkusuyla, giderek daha muhafazakâr olmaya başlar; liderlik tüm karar mekanizmasını ve atamaları hâkimiyetine alır ve kendi gücü üzerindeki denetimleri kaldırır ve mümkün olduğu yerlerde, kendini örgütün can damarı ilân eder.
  • Giderek, sıradan üyeler kendilerini örgütten, karar alma sürecinden dışlanmış halde bulurlar. Onlar toplantılar ve belgelerin kuralları, işlemleri ve özel dilini anlaşılmaz bulur ve toplantılara,kararlara katılmayarak ve böylece liderin gücünü artırarak tepkiverirler. Örgütsel yapıların tepesindekiler elit bir hayat tarzı benimsemeye ve hatta bu yüzden çalışma yerine dönmeyi çok zor bulmaya başlarlar. Onlar kendi başlarına yeterli olduklarınainanmaya, kitlenin aşırı övgüsünü doğal görmeye ve örgüt için,'insanlar' için en iyi olanı sadece kendilerinin bildikleri propagandalarına inanmaya başlarlar.
     

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
389
Baskı Tarihi
2014
ISBN
978-605-86097-8-5 İ
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Ankara
Yayın Evi
SAGE Yayıncılık

Türkiye’nin güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM)’nin kuruluş amaçları arasında yer almaktadır.

Demokrasi

Demokrasiyi tanımlamada, salt günümüzdeki demokrasinin asgari koşullarından hareket edecek olursak, tarihte “demokrasi” kategorisine giren yönetim biçimi bulmakta zorlanırız. Örneğin, günümüz için

(1) yetişkin tüm yurttaşların eşit oy hakkına sahip olmasını ve

(2) iktidarın seçimle el değiştirmesini demokrasinin asgari iki koşulu olarak kabul edersek;

dünyanın en eski demokrasisi Yeni Zelanda olur, çünkü kadın-erkek herkese eşit oy hakkını 1893 yılında tanıyan ilk ülkedir. Demokrasinin beşiği kabul edilen Büyük Britanya’da dahi kadın-erkek eşit oy hakkı 1928 yılında tanınmıştır.

Tüm yetişkin yurttaşlar için koşulsuz eksiksiz oy hakkı ise 1948 yılında gerçekleşmiştir. Fransa’da kadınlar 1945 yılına kadar, örnek demokrasi olarak anılan İsviçre’de ise 1990 yılına kadar tam oy hakkına sahip olmamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, siyahların koşulsuz, eksiksiz oy hakkına sahip olmaları ancak 1965 yılında Oy Hakkı Kanunu ile mümkün olmuştur.
 


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Düşün Yayıncılık
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.

Saltanat hiç kalkmamış bir kurumdur

Saltanata gelince, o zaten asrısaadet ve hulefa-i raşidin dönemi dışında arada bir aksamalara rağmen hiç kalkmamış bir kurumdur. Ancak çok el değiştirilmiştir. Şimdi ise saltanat artık klâsik yöntemlerle değil modern yöntemlerle işliyor. Esasen İslâm'ın dışında hiçbir yönetim sistemi saltanatı kaldıracak bir mekanizmaya da sahip değildir. Saltanatı hukuk karşısında bir imtiyaz olarak alırsak, bu tanıma göre bugün hiçbir yönetim yoktur ki saltanat olmasın. Şimdilerde, 'evrim' geçiren marksizmde sınıf saltanatı, militarizmde asker saltanatı, demokraside meclis ve "gizli odaklar" saltanatı, kapitalizmde para saltanatı sürüp gidecektir. Çünkü sayılan tüm bu sistemlerde hukukun mutlak üstünlüğü diye bir şey yoktur. Bu yasaları birileri yapar ve bu sistemlerde muhakkak birileri hukukun üstündedir. Acıktıkları (ihtiyaç duydukları) zaman helvadan tanrılarını yiyen cahiliye müşrikleri gibi onlar da acıktıkları zaman üstünlüğü yalnız mazlum halka olan yasalarını yerler ve bir yenisini yaparlar.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Düşün Yayıncılık
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Neden Altını Çizdim?
Herşey güzel de, bu satırlar sanki "nebevi yönetimin" nasıl olması gerektiği konusunda mutlak bir ittifak varmış gibi yazılmış. İşin içine içtihadlar girince bu sefer İran'da olduğu gibi "din adamlarının" saltanatı başlamış olmayacak mı?

Nebevi yönetimle saltanat çelişir

Dini saltanatlarına aracı kılmak için önce siyaseti dinden ayırdılar. Ardından dinsiz kalan siyasetin eline dini teslim ettiler. Buna da halkın gözünü boyamak için ihtiyaç duydular. İşte lâik anlayış saltanatın en büyük dayanağı olarak böyle ortaya çıktı. Çünkü nebevi yönetimle saltanat çelişiyordu. Nebevi yönetim hukuk devletiydi. Hukukun üstünlüğüne dayanıyordu. Bu hukuk elbette kaynağı ilâhî olan İslâm hukukuydu; yani İslâmdı. Bu hukukun üstün olduğu bir yerde saltanat mümkün değil yaşayamazdı. İslâm hukuku yaşamasına izin vermezdi. Hukukun ruhuna aykırıydı. Yapısı gereği İslâm hukuku kendi üzerinde bir otorite tanımaya müsait değildi. Bu ister fert, ister aile, isterse bir grup veya zümre olsun. Hukuku uygulayanların bizzat kendileri de hukuka karşı sorumluydu ve o hukuk, karşısında herkesi eşit görmek istiyordu. Ferdin, grubun, zümrenin, sınıfın hakları tanzim ve tespit edilmişti bu hukukta. Ferdin topluma zulmünü onaylamadığı gibi toplumun ferde tahakkümüne de imkân vermezdi. Bir yönetimin saltanat olması için adının illâ da padişahlık, krallık, meliklik olması gerekmemekteydi. Bu pekala kendisini çoğulcu diye niteleyen günümüz demokrasileri için de geçerliydi. Hatta adı krallık olduğu hâlde tarihte adalete ve hukukun üstünlüğüne dayanan yönetimler (Davud ve Süleyman (a)'ın yönetimleri) olduğu gibi, adı demokrasi olduğu hâlde zümre ya da meclis saltanatına dayanan rejimler de vardı. Adı ister monarşi, ister oligarşi, ister demokrasi, ne olursa olsun saltanat bir imtiyaz rejimiydi. Muhakkak bir imtiyazlı zümre ortaya çıkarıyordu. Devlet pastasının kaymağını ya bir fert, ya bir aile, ya bir meclis, ya da bir sınıf ve zümre yemek istiyordu. İşte bu noktada İslâm hukukunu karşılarında buluyorlardı. Nebevi yönetim buna izin vermiyordu. Çünkü başta İslâm hukuku, devletin pastalaşmasını hoş görmüyordu. İslâm'ın reddettiği iki anlayış bu noktada işbirliği yaptı: Saltanat ve dünyevîleşme. Nebevi yönetimi ortak düşman ilân ettiler. İkisi işbirliği yaparak ona yüklendiler.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
158
Baskı Tarihi
2006
Yazılış Tarihi
1945
ISBN
975-07-0011-2
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Editörü
Seçkin Selvi
Mütercimi
Celal Üster
Orijinal Adı
Animal Farm
Hayvan Çiftliği, (orijinal adıyla Animal Farm) George Orwell'in mecazi bir dille yazılmış fabl tarzında siyasi hiciv romanı. Roman ilk olarak 1945'te yayınlandıysa da asıl ününe 1950'lerde kavuştu.
Neden Altını Çizdim?
Öyle güzel bir analoji ki...

Artık tartışma falan yoktu...

Kartopu ve Napolyon bu konuda da anlaşamıyorlardı. Napolyon'a göre, hayvanlar ateşli silahlar edinip bunları kullanmasını öğrenmek için eğitimden geçmeliydiler. Kartopu'na göre de, gittikçe daha çok güvercin gönderip diğer çiftliklerdeki hayvanları isyana teşvik etmeleri gerekiyordu. Birisi, eğer kendimizi savunamazsak, boyun eğmek zorunda kalırız derken; öteki, eğer her yerde yeni isyanlar görülürse, zaten kendimizi savunmamıza gerek kalmaz, diyordu. Hayvanlar önce Napolyon'u, sonra Kartopu'nu dinliyor ve kimin haklı olduğuna bir türlü karar veremiyorlardı. Doğrusu istenirse, her seferinde, o anda konuşmakta olanı haklı buluyorlardı. Sonunda Kartopu'nun planlarının tamamlandığı gün geldi. Ertesi pazar yapılacak Miting de, yeldeğirmeni için çalışmaya başlanıp başlanmayacağı konusu oya konacaktı. Hayvanlar büyük samanlıkta toplanınca Kartopu ayağa kalktı ve her ne kadar koyunların melemesi zaman zaman sözünü kestiyse de, yeldeğirmeninin yapımını savunma nedenlerini ortaya koydu. Sonra Napolyon cevap vermek için yerinde doğruldu. Son derece sakin bir şekilde, yeldeğirmeninin saçmalıktan başka bir şey olmadığını ve hiçbirinin buna oy vermemesini tavsiye ettiğini söyledikten sonra, hemen yine yerine oturdu. Topu topu otuz saniye konuşmuştu. Üstelik de kimin ne düşüneceğine hiç aldırmaz gibiydi. Bunun üzerine Kartopu fırlayıp ayağa kalktı, yine melemeye başlayan koyunları bağırarak susturdu ve coşkulu bir şekilde yeldeğirmeninin lehinde konuşmaya başladı. Hayvanlar şimdiye kadar yeldeğirmenine ilişkin iki farklı görüş arasında eşit bir şekilde bölünmüş gibiydiler, ama Kartopu'nun belagati onları kavradı götürdü sanki. Parlak cümlelerle, sefilane işlerin yükü hayvanların sırtından kalkınca, Hayvanlar Çiftliği'nin nasıl bir yer olacağını resmetti. Hayal gücü, artık ot kesicilerle, pancar dilimleyicilerin de ötesine geçmişti. Elektrik, dedi, elektrik, harman makinelerini, sabanları, kesek kırma makinelerini, silindirleri, biçerdöğerleri, saman bağlama makinelerini çalıştıracak. Ayrıca ahırdaki ve kümeslerdeki her bölmede ışık, sıcak ve soğuk su ve bir elektrikli ısıtıcı olacak. Sözleri bittiğinde, oylamanın nasıl sonuçlanacağı da açık seçik ortaya çıkmıştı. Ama tam o anda Napolyon ayağa kalktı ve hayvanların şimdiye kadar ondan hiç duymadıkları, ağlar gibi tiz bir ses çıkardı. Bu ses duyulur duyulmaz, dışarıdan da korkunç ulumalar geldi. Boyunlarında pirinç kakma tasmaları ile dokuz korkunç köpek sıçrayarak samanlığa girdi. Dosdoğru Kartopu'nun üstüne atıldılar. Kartopu yerinden tam zamanında fırlayarak onların kıskacı andıran çenelerinden kurtuldu. Anında kapıdan çıkmış, köpekler de peşine düşmüştü. Ağızlarını açamayacak kadar şaşırmış ve korkmuş olan hayvanlar, kovalamacayı izlemek için kapının önüne yığıldılar. Kartopu yola varan uzun çayırlık boyunca son sürat koşuyordu. Ancak bir domuzun koşabileceği gibi koşuyordu ama, köpekler yine de onun topuklarının dibine varmıştı. Tam o sırada ayağı kaydı. Hayvanlar bir an, köpeklerin onu kesinkes yakalamış olduğunu düşündüler. Ama yine ayağa kalkıp, eskisinden de hızlı koşmaya başladı. Derken köpekler yine ona yetişti. Hatta biri az daha çenelerini Kartopu'nun kuyruğuna geçiriyordu. Ne var ki Kartopu tam zamanında kuyruğunu sallayarak kurtuldu. Daha da hızlı koşmaya başlayarak, köpeklerle arasında ancak bir-iki adım mesafe kalmışken, çitteki bir delikten kayarcasına geçti. Bir daha da görülmedi. Suskun ve korku içindeki hayvanlar yavaş yavaş, yine samanlığa girdiler. Biraz sonra köpekler sıçrayarak geri döndü, ilk önce bu yaratıkların nereden çıktığını kimse anlayamamıştı. Ama sorun kısa sürede çözüldü. Bunlar Napolyon'un analarından ayırıp özel olarak yetiştirdiği eniklerdi. Daha tam olarak büyümedikleri halde, kurt gi¬bi vahşi görünüşlü devasa hayvanlardı. Napolyon'un yanından ayrılmıyorlardı. Diğer hayvanlar, tıpkı öbür köpeklerin Jones'a yaptığı gibi, bunların da Napolyon'a kuyruklarını salladıklarını farkettiler. Napolyon, peşinde köpeklerle, bir zamanlar Binbaşı'nın konuşmasını yapmak için çıktığı platforma tırmandı. Artık Pazar Mitingleri'nin sona ereceğini açıkladı. Gerek yoktu bunlara, yalnızca zaman kaybına yol açıyorlardı. İleride çiftliğin işletilmesine ilişkin bütün sorunlar, başında kendisinin bulunduğu özel bir domuzlar komitesi tarafından çözümlenecekti. Bu komite toplantılarını gizli yapacak, daha sonra kararlar diğer hayvanlara bildirilecekti. Hayvanlar pazar sabahları bayrağı selamlamak için yine toplanacak, "İngiltere'nin Hayvanları"nı söyleyecekler ve o hafta için kendilerine verilecek emirleri alacaklardı. Ama artık tartışma falan yoktu.

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
219
Baskı Tarihi
1996
Yazılış Tarihi
1996
ISBN
975-355-187-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İz
Yazdığı tüm eserlerde "Müslümanca düşünme" kaygısını öne çıkaran Rasim Özdenören'in 1996 baskılı bu eseri, 28 Şubat döneminin baskıları altında dahi gayet mutedil şekilde kaleme alınmış ve "yeni dünya düzeni" persektifinden Müslüman'a İslam'a teslim olmayı öğreten bir eser.
Neden Altını Çizdim?
Demokrasiyi önce evrensel bir değer olarak sunmak, sonra da "İslam'ın demokrasiyi reddecek kapalılıkta bir din olmadığı, dolayısıyla demokrasi ile uzlaştığı" tezi, müslümanları İslam düşüncesinden uzaklaştırıp, seküler ve profan bir sistemi onaylamaları için ileri sürülen bir oyundur.

İslam'ın dönüştürülemez oluşu

Fakat buna rağmen, İslam'ın demokratik bir düzen öngördüğünü söyleyemiyoruz. Yani İslam'la demokrasinin temas halinde olduğu ileri sürülememektedir. Neden? Soruyu şöyle de ortaya koyabiliriz: İslam, demokrasi ile aynı şey ise, demokrasi de İslam'la aynı şey olması mantık icabıdır. Şimdi bu durumda ben demokrasiye İslam adını versem, kabul edilebilir bir yaklaşım içine girmiş olur muyum?

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
219
Baskı Tarihi
1996
Yazılış Tarihi
1996
ISBN
975-355-187-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İz
Yazdığı tüm eserlerde "Müslümanca düşünme" kaygısını öne çıkaran Rasim Özdenören'in 1996 baskılı bu eseri, 28 Şubat döneminin baskıları altında dahi gayet mutedil şekilde kaleme alınmış ve "yeni dünya düzeni" persektifinden Müslüman'a İslam'a teslim olmayı öğreten bir eser.

Demokrasi kime hakkını verir?

Demokratik Batı ülkelerinde Müslümanlara Türkiye'de olduğundan daha çok ve teminat altında bulunan haklar "bahşediliyorsa", bu, o ülkelerdeki siyasi iktidarın bu husustaki iradeyi ve tasarruf gücünü kendi elinde tuttuğunun emniyeti içinde oluşuyla izah edilebilir.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
227
Baskı Tarihi
Mayıs 2010
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin ilk safhasını noktalayan Serbest Fırka denemesi... 1929 büyük ekonomik buhranı ve buna eşlik eden ağır kuraklık tehlikesi. Şeyh Sait ve ilk Dersim isyanları bastırılmış, Takrir-i Sükûn yasaları ile her tür muhalefet ezilmiş, dağıtılmış, “Atatürk devrimleri” yürürlüğe girmiştir. Yağmur Beklerken’de Tarık Buğra Serbest Fırka denemesi/girişimi ekseninde bütün bu gelişmelerin Anadolu taşrasındaki sonuç ve yansımalarını konu edinirken aslında on yıllık Cumhuriyet’in bir bilançosunu da yapmaktadır. 1946-50’de DP’yi zafere taşıyacak hareketin ipuçları, bu hareketin odağında yer alan sağ/muhafazakâr zihniyetin devlet, demokrasi, parti... kavramlarının sosyo-politiği, psikolojisi, Yağmur Beklerken’in o alabildiğine gerçekçi, canlı taşra tipleri ve diyalogları içerisine gayet ustaca serpiştirilmiştir. Bu haliyle bu kitap, sadece Serbest Fırka’nın kapatılması öncesi Türkiye taşrasının değil, darbeler öncesi Türkiye’nin sağ/muhafazakâr gözden görünümü olarak da okunabilir.

Ya Serbestçilerin ezilmesinde bizimle birlikte olursun, ya da bize karşı

Kavgalardan, çatışmalardan beteri, bir taraf komünist, öte taraf din düşmanı; bir taraf satılmış, öte taraf insan beyni ve kalbi ile beslenen canavar! Böylece, iki taraf için de tek kurtuluş yolu karşı tarafın ezilmesi., yok edilmesi! Ya biz, ya onlar! "Kuklacı ipleri kaçırdı mı, ne?" diye düşünmeye başlamıştı Rahmi. Demek Başkent'i bütünleştiren sadece Gazi değilmiş; hesabı çıkarlar ve aklının ermediği başka ilişkiler de düzenlermiş; çünkü, Türkiye bir de baktı, Yunus Nadi, gazetesinde, Gazi'ye resmen meydan okuyor! Bunun da anlamı pek açıktı ve; "Ya Serbestçilerin ezilmesinde bizimle birlikte olursun, ya da bize karşı," demekten başka bir şey değildi. Yani, seçim, meçim; iktidarın el değiştirmesi lâftı; bir taraf -mutlaka- ezilecekti, ezilmeliydi. Ve, bu da, belki, millî irâdenin bir garip tecellisi., millî irâdeye bir acayip uyuş idi.

Sayfa Sayısı
339
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1974
ISBN
975-470-281-0
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Mahmut Ali Meriç
Türkiye'de son zamanda yetişmiş en önemli aydınlardan, büyük filozof Cemil Meriç'in belki de en önemli eseridir. Binlerce sayfanın bilgisini küçük bir kitaba sığdırabilecek kadar usta yazarın ilmek ilmek örgülediği eşsiz bir dantela... Avrupayı, Osmanlıyı, Hind'i ,Çin'i motiflediği bir kanaviçe resmi.. "Bu ülke" de Tagore'dan Kemal Tahir'e..Oradan Said Nursi'ye.. ve oradan da İbn Haldun'a kadar onlarca ismi bulabilirsiniz. (http://www.itusozluk.com/goster.php/bu+%FClke)
Neden Altını Çizdim?
obskürantizm: Fransızca karanlık anlamına gelen obscurité kelimesinden gelir. Bilgiyi tekelinde tutanların, bu gücü ellerinden kaçırmamak için geri kalanların bilgiye erişimini zorlaştırmak veya imkansız hale getirmeye yönelik çabalarına, bilginin anlaşılmasını zorlaştırmalarına verilen isimdir.

Slogan: İlkelin ideolojisi

Karanlıkta kavga olmaz. ideolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kosmos yapan insan zekası, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık, tek izm'e teslimiyettir: obskürantizme. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları, Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. ideolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medeni insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile suratımıza tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverliği yalanların en namussuzu. Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti. Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i safiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapılan açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak Türkiye'nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
227
Baskı Tarihi
Mayıs 2010
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin ilk safhasını noktalayan Serbest Fırka denemesi... 1929 büyük ekonomik buhranı ve buna eşlik eden ağır kuraklık tehlikesi. Şeyh Sait ve ilk Dersim isyanları bastırılmış, Takrir-i Sükûn yasaları ile her tür muhalefet ezilmiş, dağıtılmış, “Atatürk devrimleri” yürürlüğe girmiştir. Yağmur Beklerken’de Tarık Buğra Serbest Fırka denemesi/girişimi ekseninde bütün bu gelişmelerin Anadolu taşrasındaki sonuç ve yansımalarını konu edinirken aslında on yıllık Cumhuriyet’in bir bilançosunu da yapmaktadır. 1946-50’de DP’yi zafere taşıyacak hareketin ipuçları, bu hareketin odağında yer alan sağ/muhafazakâr zihniyetin devlet, demokrasi, parti... kavramlarının sosyo-politiği, psikolojisi, Yağmur Beklerken’in o alabildiğine gerçekçi, canlı taşra tipleri ve diyalogları içerisine gayet ustaca serpiştirilmiştir. Bu haliyle bu kitap, sadece Serbest Fırka’nın kapatılması öncesi Türkiye taşrasının değil, darbeler öncesi Türkiye’nin sağ/muhafazakâr gözden görünümü olarak da okunabilir.
Neden Altını Çizdim?
Cumhuriyetin ilk demokrasi denemesinde kullanılan argümanlar çok şaşırtıcı...

Serbest Fırka propagandası

Serbest Cumhuriyet Fırkası adına -fisebillullah- çalışanlar, karılarını, kızlarını da seferber etmiş, ev ev, çarşı, pazar; "Serbest Fırka'yı, memleket ve millet kurtulsun diye, Gazi hazretleri kurdurttu. Ismet'ten ve Ismet'in mutemetlerinden kurtulmak için başka yol bulamadı. Gazi paşaya karşı gelmek olur mu?" diye yayıyor, hattâ oy kullanmayan kadınların hapse atılacağını söylüyorlardı. Buna karşılık Halkçılar da Serbest Fırka'yı bir komünistlik ve Dersim'in öcünü almak için kullanılan bir bölücülük hareketi gibi tanıtmaya çalışıyorlardı: Dört yıl kadar önce kasabaya yerleştirilen ve sarraflık yapan Bitlisli iki kardeş ile, gene Bitlisli bir koyun tüccarını örnek gösteriyor; "Gazeteler bile yazdı; Lider dedikleri herif Moskof'tan para almış," diyorlardı. Ve ekliyorlardı da, Rahmi ile arkadaşlarına kastederek: "Gerisini var sen hesap et gayri."