Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Cebbar-ı Anid
Saltanata geçer geçmez kinini teskin edemeyip yaptığı ilk iş İmam Zeyd'in cesedini yaktırmak olan Velid'in Emevi hanedanı içerisinde ayrı bir yeri vardır. Halk kendisine 'Cebbar-ı Anid' lakabını takmıştı. Bu lakabın dillerde dolaşan bir de öyküsü var: Velid bir gün Kur'an okurken İbrahim Suresi'ndeki "Ve habe küllü cabbarin anid" (... ve sonunda her inatçı zorba perişan oldu.) ayetine gelince, "Vay; demek sen de bana 'cebbar-ı anid' diyorsun ha?" diyerek Kur'an'ı hedefe dikmiş ve onu parçalayıncaya kadar oklamıştı. BU işi yaparken bir yandan da şu mealde şiirler söylüyordu:
"Va'dettiğin o gün Allah'a de ki:
Velid beni oklarıyla paramparça etti."
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Biz doğruyu söylemek için senden, yalan söylemek için de Allah'tan korkarız.
Muaviye, hiç de kolay olmayan Yezid'e biat işini bir an önce halletmek istiyordu. Ancak bu iş epey zor olacaktı. Çünkü Yezid'in nasıl biri olduğunu dost düşman herkes biliyordu. Bu sebeple dostlarını bile ikna etmesi zor oluyordu. Muaviye bu zor işi akla gelen her türlü yolu kullanarak başarmaya çalıştı. Bu cümleden olarak Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a 100.000 dirhem göndermişti. Hz. Abdullah bu parayı almayı reddederken şunları söylüyordu:
"Bu paralar bana paha biçilmez kıymette olan dinimi çok ucuz bir fiyatla satmak için gönderilmiştir.
Muaviye Medine valisi Mervan'a bir mektup yazdı:
"Ben kocadım. Ölmeden, benden sonra devlet işlerini yürütecek bir veliahd belirlemek istiyorum. Halkın nabzını yokla. Bu konuda ne düşündüklerini öğren."
Halkın cevabının müsbet olduğu haberini gönderen Mervan, bu kez veliahd olarak Yezid'in seçildiği talimatını alıyordu. Mescid-i Nebevî'de toplanan halka durumu şu sözlerle bildirdi:
"Müminlerin Emiri sizin geleceğinizi düşünmek konusunda elinden gelen hiçbir gayreti esirgemedi. Nihayet kendisinden sonra yerine oğlu Yezid'i getirmeye karar verdi. Bu ona Allah tarafından ilham olunan çok iyi bir fikirdir. Müminlerin Emiri'nin kendi yerine veliahd atama fikri yeni bir şey değildir. Ebubekir ve Ömer de böyle yapmışlardır."
Orada bulunan Hz. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman ayağa kalkarak:
"Ey Mervan, sen de yalan söylüyorsun, Muaviye de yalan söylüyor. Siz hiçbir zaman Muhammed ümmetinin iyiliğini düşünmediniz. Siz böyle yapmakla Kaysercilik (saltanat) yapmak istiyorsunuz. Biliyorsunuz ki bir Kayser ölünce yerine oğlu geçer. Hem bu yaptığınız iş Ebubekir'in ve Ömer'in sünneti değildir. Bilâkis Onların yoluna aykırıdır. Zira onların hiçbiri çocuklarım kendilerine veliahd tayin etmediler." dedi.
Gerçekten de durum Abdurrahman b. Ebubekr'in dediği gibiydi. Bırakınız babadan oğula saltanat sistemini, Hz. Ömer, ilk halifenin seçimi sırasındaki oldubittiyi bile başkaları için gayrimeşru addediyordu. Bir gün hutbede İslâmî siyasetin temeli olan şûranın önemini vurgulayan şu sert konuşmayı yapmıştı:
"Bana ulaştı ki sizden bazıları 'Ömer ölürse falancaya biat ederim' diyormuş. Sizden hiç kimse, Ebubekir'in hilâfetinin oldubittiye getirilişini bahane etmesin. Evet, o bir oldubittiydi. Ama Allah o acele sayesinde ümmeti büyük bir şerden korudu. Sizin içinizde Ebubekir gibi kendisine gözü kapalı boyun eğilecek kimse yoktur.
"Kim müslümanların şûrası olmaksızın bir adama biat ederse, bu biat meşru sayılmaz. Biat eden de edilen de ölümlerini hazırlamış olurlar."
Gerçek böyleyken hadise çarpıtılmaya çalışılıyordu. Mu¬aviye çeşitli illerin ileri gelenlerini sarayına çağırtarak onları ikna etmenin yollarını arıyordu. Ahnef b. Kays'ın da içlerinde bulunduğu bir heyette bu zatın niçin hiç görüş beyan etmediğini soran Muaviye, Hz. Ahnef'ten şu cevabı alıyordu:
"Biz doğruyu söylemek için senden, yalan söylemek için de Allah'tan korkarız."
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Hangi İslâm Devleti?
İmam'ın hayatında, İslâmî önderliğe ilişkin kimi sorularımıza ve sorunlarımıza cevap bulabileceğimizi sanıyorum. Bugün İslâmî hareketin temel sorunlarından biridir önderlik sorunu. Bu sorunun çözümü için öncelikle entellektüel birikim gerekmektedir. İslâmî önderliğin kendine özgü felsefesi ortaya konulmadan, konuşulup tartışılmadan, elbette sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacaktır. Çünkü önderlik sorunu devlet sorunundan önce gelmektedir. Müslümanların bir buhranı yaşadığı mahrumiyet şartlarında önde yürüme cesaretini gösterenlerden bazılarının, kendilerine İslâm tarihinin en netameli dönemlerinden örnek seçmeleri de gösteriyor ki, bu alanda entellektüel bir boşluk yaşanmaktadır.
İmam-ı Azam, asrısaadeti ve Hulefa-i Raşidin'i 'fazla ideal' bulup, kendilerine 'şanlı tarih'in saltanat zağarından önder ve örnekler beğenenlere iyi bir yol gösterici ve uyarıcı olabilir, İmanını canı pahasına muhalefet ettiği modelin en silik kopyalarına 'İslâm' diye, 'tarih' diye, 'devlet' diye sarılmanın ve onun rüyalarıyla yatıp kalkmayı 'devlet şuuruna ermiş olmak' sayıp, bunu bir ayrıcalık gibi sergilemenin ne büyük bir yanılgı olduğu artık öğrenilmeli.
Gerçekten de bugün 'İslâm devleti' kavramının birçok müslümanın zihninde oluşturduğu imaj, aslında İslâmla taban tabana zıt olan 'saltanat devleti'dir. Asrısaadet ve raşid halifelerin, hukukun üstünlüğünü esas alan, adalet ve şûraya dayanan nebevî yönetiminden değil de, sefahat ve istibdata dayanan saltanatlardan İslâmî yönetime ulaşmada kılavuzluk yapmasını istemek, hâlâ "kırk katır mı, kırk satır mı?" ikileminde bocalamak demektir. Bu durumda, 'nebevî hilâfet' ve 'sultanî hilâfet'in tarihini bilmek daha bir önem arzediyor.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Saltanat hiç kalkmamış bir kurumdur
Saltanata gelince, o zaten asrısaadet ve hulefa-i raşidin dönemi dışında arada bir aksamalara rağmen hiç kalkmamış bir kurumdur. Ancak çok el değiştirilmiştir. Şimdi ise saltanat artık klâsik yöntemlerle değil modern yöntemlerle işliyor. Esasen İslâm'ın dışında hiçbir yönetim sistemi saltanatı kaldıracak bir mekanizmaya da sahip değildir. Saltanatı hukuk karşısında bir imtiyaz olarak alırsak, bu tanıma göre bugün hiçbir yönetim yoktur ki saltanat olmasın. Şimdilerde, 'evrim' geçiren marksizmde sınıf saltanatı, militarizmde asker saltanatı, demokraside meclis ve "gizli odaklar" saltanatı, kapitalizmde para saltanatı sürüp gidecektir. Çünkü sayılan tüm bu sistemlerde hukukun mutlak üstünlüğü diye bir şey yoktur. Bu yasaları birileri yapar ve bu sistemlerde muhakkak birileri hukukun üstündedir. Acıktıkları (ihtiyaç duydukları) zaman helvadan tanrılarını yiyen cahiliye müşrikleri gibi onlar da acıktıkları zaman üstünlüğü yalnız mazlum halka olan yasalarını yerler ve bir yenisini yaparlar.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Neden Altını Çizdim?
Herşey güzel de, bu satırlar sanki "nebevi yönetimin" nasıl olması gerektiği konusunda mutlak bir ittifak varmış gibi yazılmış. İşin içine içtihadlar girince bu sefer İran'da olduğu gibi "din adamlarının" saltanatı başlamış olmayacak mı?
Nebevi yönetimle saltanat çelişir
Dini saltanatlarına aracı kılmak için önce siyaseti dinden ayırdılar. Ardından dinsiz kalan siyasetin eline dini teslim ettiler. Buna da halkın gözünü boyamak için ihtiyaç duydular.
İşte lâik anlayış saltanatın en büyük dayanağı olarak böyle ortaya çıktı. Çünkü nebevi yönetimle saltanat çelişiyordu. Nebevi yönetim hukuk devletiydi. Hukukun üstünlüğüne dayanıyordu. Bu hukuk elbette kaynağı ilâhî olan İslâm hukukuydu; yani İslâmdı. Bu hukukun üstün olduğu bir yerde saltanat mümkün değil yaşayamazdı. İslâm hukuku yaşamasına izin vermezdi. Hukukun ruhuna aykırıydı. Yapısı gereği İslâm hukuku kendi üzerinde bir otorite tanımaya müsait değildi. Bu ister fert, ister aile, isterse bir grup veya zümre olsun. Hukuku uygulayanların bizzat kendileri de hukuka karşı sorumluydu ve o hukuk, karşısında herkesi eşit görmek istiyordu. Ferdin, grubun, zümrenin, sınıfın hakları tanzim ve tespit edilmişti bu hukukta.
Ferdin topluma zulmünü onaylamadığı gibi toplumun ferde tahakkümüne de imkân vermezdi.
Bir yönetimin saltanat olması için adının illâ da padişahlık, krallık, meliklik olması gerekmemekteydi. Bu pekala kendisini çoğulcu diye niteleyen günümüz demokrasileri için de geçerliydi. Hatta adı krallık olduğu hâlde tarihte adalete ve hukukun üstünlüğüne dayanan yönetimler (Davud ve Süleyman (a)'ın yönetimleri) olduğu gibi, adı demokrasi olduğu hâlde zümre ya da meclis saltanatına dayanan rejimler de vardı.
Adı ister monarşi, ister oligarşi, ister demokrasi, ne olursa olsun saltanat bir imtiyaz rejimiydi. Muhakkak bir imtiyazlı zümre ortaya çıkarıyordu. Devlet pastasının kaymağını ya bir fert, ya bir aile, ya bir meclis, ya da bir sınıf ve zümre yemek istiyordu.
İşte bu noktada İslâm hukukunu karşılarında buluyorlardı. Nebevi yönetim buna izin vermiyordu. Çünkü başta İslâm hukuku, devletin pastalaşmasını hoş görmüyordu.
İslâm'ın reddettiği iki anlayış bu noktada işbirliği yaptı: Saltanat ve dünyevîleşme. Nebevi yönetimi ortak düşman ilân ettiler. İkisi işbirliği yaparak ona yüklendiler.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Dinin devleti, Devletin dini
İslâm saltanatın her türünü reddetmişti. Rasulullah da diğer tüm nebiler gibi saltanatın tüm çeşitlerini reddetmiş, dünyevî önderliği sefahat ve sömürüye dayanan saltanat üzerine değil, hukukun üstünlüğüne dayanan nübüvvet üzerine bina etmişti.
Saltanat zulme dosttu, İslâm düşmandı. Saltanat despotluğa, İslâm şûraya dayanıyordu. Nebevi yönetim şehadete, saltanat ise sefahate dayanırdı. Nebevi yönetimde hukuk yöneticiden, saltanatta ise yönetici hukuktan üstündü. Biri hukuk devleti, diğeri imtiyaz devletiydi.
Bütün bunlardan ayrı olarak, nebevi yönetimde devlet dinin ve ebedî kurtuluşun bineği, saltanatta ise din devletin bineğiydi. Sultanlar onu saltanatlarına âlet olarak kullanıyorlardı. Daha öz bir ifadeyle bu iki yönetimde 'din'in işlevi farklılaşıyor, tamlayan ve tamlanan değişiyordu. İslâm'ın yeri nebevî hilâfette dinin devletiyken saltanatta devletin dini konumuna geçiyordu.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Saff ve Padişah
Geometrinin diliyle konuşursak, islâm'ın vaz' ettiği "adalet öğretisi"ne göre, Yaradan karşısında insan toplulukları "fıtrat" açısından düz bir çizgi üzerindedirler. Kur'an'da insan ve melek toplulukları için hep müsbet manada kullanılan "saff" nitelemesi "düz çizgi"den neyi kasdettiğimizi açıklayabilir. Adalet öğretisinin hâkim olduğu bir toplumun fertleri "zulüm düzenleri"nde olduğu gibi birbirlerinin omuzuna ya da kafasına basarak yükselme yerine, kendi ayakları üzerinde durarak hayırda öne geçme mücadelesi verirler.
Bir toplumda, adalet nizamı yerini zulüm düzenine bırakmışsa bu "düz çizgi" kamburlaşmaya başlamış demektir. Saff halindeki toplum kendisine tahakküm edilen bir yerinden kırılıvererek piramitleşmeye başlar. Bu durumda toplumdaki hayırda öne geçme yarışı, yerini, başlara basarak piramidin tepesine ulaşma yarışına bırakmıştır: Artık her başın üzerinde bir ayak vardır. Adalet toplumunda tüm başlar Allah'a bağlı iken, saltanat toplumunda "baş başa, baş da padişaha bağlı" hâle gelmiştir. Padişah olmak ise, ayakları tüm başların üzerinde olmak anlamını taşıyacaktır.
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
406
Baskı Tarihi
Haziran 2007
ISBN
9944-125-12-1
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Gaziemir / İzmir
Editörü
Şeref Yılmaz
Yazan: AHMED ŞAHİN
Yazı Kaynağı: Zaman Gazetesi, Ailem Eki, Sayı: 228
Çileli bir devrin hikayesini Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarından okumak büyük bir şans. Hayatını tamamen ilme adamış yüksek bir kâmet olan merhum Kurucu, hatıralarıyla da irşad vazifesini yerine getiriyor.
Devrik lidere çürük yumurta ve domates attıranlar...
Mustafa Sabri Efendi; Sultan Vahdeddin, İngiliz zırhlısıyla İstanbul'dan ayrılırken, onunla berabermiş. Oğlu İbrahim Sabri ve ailesi efradı da birlikte imişler. Başkaları da varmış. Bir kısmı Pire'de, Atina'da inmişler.
Mustafa Sabri Efendi, Zeynelabidin Efendi, Filozof Rıza Tevfik, galiba Refik Halid de aileleriyle birlikte gemide imişler. Daha başkaları da varmış.
Bunlar padişahla birlikte İskenderiye'ye varmışlar. Fakat burada, onların, acıklı bir karşılanma hadisesi var. Oradaki Türk konsolosu, artık Ankara'nın emriyle mi, yoksa kendi işgüzarlığından, yeni idarecilere hulûs çakıp, bir mevki kapmak veya saltanatçı olmadığını böylece ispat edip yerini muhafaza etmek için midir, artık bilinmez; ayak takımından birilerini toplayıp bunlar rıhtıma inerlerken, üzerlerine çürük yumurta ve domates attırmış...
"İstinat noktası"ndan "ümit noktası"na
Karabekir,
"Hilafet ve saltanatı almak için koyu bir mumin çehresiyle mimberlere kadar çıkıp, hutbeler okumak, muvaffak olmayınca bizzat medh ve sena edilen mukaddesata dil uzatmak ve bunları alt üst etmek üzere bir tek adamlığa çıkmak gibi iki tehlikeli ifratın birinden diğerine atlamak, herkesin yapabileceği bir iş değildi. Fakat bu felaha doğru bir gidiş de sayılmazdı... Mustafa Kemal Paşa'nın yıkamadığı bu makamı yıkmak kararını vermiş ve fiiliyata da geçmiş olduğuna şüphem kalmadı"der.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir."
Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."
Saltanatın Faydaları
İngiltere örneğine dönelim. İngiltere kraliçesini bugün çağdışı bir kalıntı, bir nostalji anıtı, kapanmış bir ayrıcalıklar devrinin boş bir simgesi saymak kolaydır. Oysa kraliçenin asıl gücünü ve fonksiyonunu anlamak için, felaket gününü – örneğin bir ordu komutanının hükümet emirlerine uymayı reddettiği, ya da başbakanın parlamentoyu feshedip muhalifleri asmaya başladığı veya İngiliz toplumu tarafından kutsal sayılan değerleri yasaklamaya kalkıştığı günü – düşünmek gerekir. Böyle bir hamlenin, toplumun birtakım güçlü veya yaygın kesimlerinde o gün için destek bulması da imkân dışı değildir. Rejimin sigortası, işte bu durumda devreye girer. Çünkü kraliçe yasal yetkilerini kullandığında kendisine itaat edileceği, tartışılmaz bir veridir. Bunun için onun iyi ya da "çağdaş" ya da sevilen bir kişi olması gerekmez: meşru kraliçe olması
yeterlidir. İktidarının kaynağı, o sıra ülkeye hakim olan siyasi eğilim değildir: atalarından gelen ve torunlarına kalacak bir otoritenin meşru varisi olmaktır. Böyle olduğu için de, İngiltere'de pek ender olarak siyasi liderler diktatörlük ilan etmeye ya da komutanlar ayaklanma çıkarmaya teşebbüs ederler.
Türkiye'nin de benimsemiş olduğu siyaset-üstü Cumhurbaşkanlığı makamı, bu ihtiyacı karşılamak için düşünülmüştür; ancak yetersizdir. Böyle bir makama seçimle veya siyasi dengeler üzerinde gelen kişi, ödenmesi gereken siyasi borçları olan bir kişidir. Makamını kaydı hayat şartıyla üstlenmediği için, kişisel gelecek kaygısı taşır. Geleneğin ve kutsallığın desteğine sahip olmadığı için, gücünü başka yerlere dayandırmak zorundadır. Gücünü siyasete dayandırıyorsa, makamının tartışma konusu olması kaçınılmazdır (Turgut Özal sendromu); gerçekten siyaset üstüyse, kurtların dişlerini gösterdikleri günde, otoritesini ve makamının saygınlığını koruyabilmesi güçtür (Fahri Korutürk
sendromu).