Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

Felsefedeki mistisizm ile dini mistisizm arasındaki fark sistem ve sistemsizlik farkıdır

Gerçi felsefedeki mistisizm ile dini mistisizm birbirinin tıpatıp ayni şeyler değildir, fakat aralarındaki farkı bir sistem ve sistemsizlik farkı haline indirmek pekala mümkündür. Dinde mistisizmin işin başında da sonunda da akılla fazla alışverişi yoktur, yani aklı tatmin etmek onun davası değildir. Felsefede mistisizm "aklın kavrayamayacağı hakikatleri mistik sezgi ile bilmek" manasında onunla ayni iddiayı paylaşır, fakat felsefe bu iddia üzerine rasyonel bir sistem kurar. Mamafih dini manada mistisizm de önceleri sadece ferdi, şahsi bir derûni tecrübe kazanmaktan ibaret bir gaye taşırken sonraları bunu felsefi bir sistem haline getirmeye başlamıştır. Aslında bunun kaçınılmaz bir sonuç olduğunu kabul etmeliyiz, zira insan kendi tecrübesine başkalarını ortak etmek, hatta bizzat kendini inandırmak durumunda kalınca onu aklı bir sistemin gerekleriyle teçhiz etmek zorundadır.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
192
Baskı Tarihi
Ocak 2013
ISBN
978-605-08-0273-3
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Sakine Korkmaz

Benzeşim ilişkisi

Benzeşim ilişkisi, vücutla ilgili sözcüklerin doğaya uygulanması (nehrin ağzı, iki diş sarımsak vb.) ya da doğayla ilgili sözcüklerin insana uygulanması (pişkin adam, yırtık herif, vb.) gibi durumlarda kendini belli etmektedir. Kuşkusuz, vücutla ilgili kelimelerin uygulanması sadece doğayla da sınırlı kalmamaktadır. Carnoy'un 'antroposemi' adını verdiği bu tip eğretilemeler, mamul eşyada kendini göstermektedir: Fırının ağzı, geminin burnu gibi. Tüm bunların, yani Hayakawa'nın 'ölü eğretilemeler' adını verdiği bu tip eğretilemelerin, benzeşim ilişkisine göre yapılandırıldığı dönemlerden bugüne kaldığı rahatlıkla söylenebilir. Dünyanın benzeşim ilişkisine göre zihnen organize edildiğini, bugün sadece dilden yola çıkarak değil, ama gündelik yaşamın başka kesitlerinden de çıkarsayabiliriz. Bugün bizim 'folklor' saydığımız ve halkbilim bağlamında irdelediğimiz etnolojik verilerin tümünü, analoji ya da benzeşim ilişkisinden yola çıkarak çözümleyebiliriz. Halk dansları, halk hekimliği vb. gibi folklor dalları benzeşim ilişkisine göre temellenmiş yaban etkinliklerin günümüzdeki kalıntılarıdır.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
520
Baskı Tarihi
Haziran 2006
Yazılış Tarihi
2006
ISBN
975-293-478-1
Baskı Sayısı
5. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğan Kitapçılık
İpek Çalışlar’ın yazmış olduğu “Latife Hanım” kitabı Doğan Kitap’dan çıkmış ve 520 sayfa. Nurten Şerbetçi'nin Haksöz-Haber için yaptığı değerlendirme: Cumhuriyet’in Elit Kadın Modeli Yazan: Nurten ŞERBETÇİ Yazı Kaynağı: Haksözhaber
Neden Altını Çizdim?
Her şeyden önce, bu anlatılanlar doğruysa, Mustafa Kemal'in odasına kendi resmin asması bayağı garip. Kim kendi resmini çerçeveletip odasına asar ki? İkinci olarak bir bayanın bu üslubu nasıl olup da romantik, lirik vs. bulabileceğini düşünmekte güçlük çekiyorum...

Garip bir evlenme teklifi

Bir sabah Mustafa Kemal evden çıkarken kendisini geçiren Latife’ye beklenmedik bir ricada bulundu. "Latifçiğim bugün odamı siz toplayabilir misiniz?" Elbette Paşam" diye cevap verdi Latife, Mustafa Kemal'in yatak odasına girince "Allah Allah" diye mırıldandı. Yatak yapılmış, her şey yerli yerine konmuştu. “Acaba niye odamı topla" demişti. Yerli yerinde olmayan tek bir şey vardı o da Mustafa Kemal'in duvardaki resmiydi. Nedense yatağın üzerine bırakılmıştı. Her sabah bahçeden koparıp onun başucuna bıraktığı gül de çerçevenin üzerinde duruyordu. Latife resmi, aklına bir şey gelmeden yeniden duvara astı. Unutulduğunu sanmıştı. Belki o gece, belki de ertesi gece, Latife ile Mustafa Kemal baş başa sofraya oturduklarında, Mustafa Kemal, "Latif, o gün odamı toplarken dikkatinizi çeken bir şey olmadı mı?" diye sordu. Latife bu soruya ilk anda cevap verememişti. “Yatağın üzerinde bir resim vardı, alıp duvara astım" dedi. Mustafa Kemal, başladığı oyunu sürdürmeye kararlıydı. “Lütfen odaya gidip, o duvara astığınız resmi getirir misiniz." Muzip bir hali vardı. Latife de bir anlam veremedi, ama hemen gitti ve resmi çivisinden çıkartıp getirdi. "Lütfen arkasına bakar mısınız?" diye devam etti Mustafa Kemal. Latife'nin kafasından bin bir şey geçiyordu, ama işi bir türlü çözemiyordu. Mustafa Kemal'in el yazısını görür görmez tanıdı. Yazıyı ilk başta göremediğine hayıflandı. Affedilecek şey değildi yaptığı. Sen bu resme bak Ve hâlâ hayır diyorsan Bir daha teklif etmeyeceğim! Latife'nin sabah ona bıraktığı gül de resmin kenarına iliştirilmişti.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Düşün Yayıncılık
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.

Biz doğruyu söylemek için senden, yalan söylemek için de Allah'tan korkarız.

Muaviye, hiç de kolay olmayan Yezid'e biat işini bir an önce halletmek istiyordu. Ancak bu iş epey zor olacaktı. Çünkü Yezid'in nasıl biri olduğunu dost düşman herkes biliyordu. Bu sebeple dostlarını bile ikna etmesi zor oluyordu. Muaviye bu zor işi akla gelen her türlü yolu kullanarak başarmaya çalıştı. Bu cümleden olarak Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a 100.000 dirhem göndermişti. Hz. Abdullah bu parayı almayı reddederken şunları söylüyordu: "Bu paralar bana paha biçilmez kıymette olan dinimi çok ucuz bir fiyatla satmak için gönderilmiştir. Muaviye Medine valisi Mervan'a bir mektup yazdı: "Ben kocadım. Ölmeden, benden sonra devlet işlerini yürütecek bir veliahd belirlemek istiyorum. Halkın nabzını yokla. Bu konuda ne düşündüklerini öğren." Halkın cevabının müsbet olduğu haberini gönderen Mervan, bu kez veliahd olarak Yezid'in seçildiği talimatını alıyordu. Mescid-i Nebevî'de toplanan halka durumu şu sözlerle bildirdi: "Müminlerin Emiri sizin geleceğinizi düşünmek konusunda elinden gelen hiçbir gayreti esirgemedi. Nihayet kendisinden sonra yerine oğlu Yezid'i getirmeye karar verdi. Bu ona Allah tarafından ilham olunan çok iyi bir fikirdir. Müminlerin Emiri'nin kendi yerine veliahd atama fikri yeni bir şey değildir. Ebubekir ve Ömer de böyle yapmışlardır." Orada bulunan Hz. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman ayağa kalkarak: "Ey Mervan, sen de yalan söylüyorsun, Muaviye de yalan söylüyor. Siz hiçbir zaman Muhammed ümmetinin iyiliğini düşünmediniz. Siz böyle yapmakla Kaysercilik (saltanat) yapmak istiyorsunuz. Biliyorsunuz ki bir Kayser ölünce yerine oğlu geçer. Hem bu yaptığınız iş Ebubekir'in ve Ömer'in sünneti değildir. Bilâkis Onların yoluna aykırıdır. Zira onların hiçbiri çocuklarım kendilerine veliahd tayin etmediler." dedi. Gerçekten de durum Abdurrahman b. Ebubekr'in dediği gibiydi. Bırakınız babadan oğula saltanat sistemini, Hz. Ömer, ilk halifenin seçimi sırasındaki oldubittiyi bile başkaları için gayrimeşru addediyordu. Bir gün hutbede İslâmî siyasetin temeli olan şûranın önemini vurgulayan şu sert konuşmayı yapmıştı: "Bana ulaştı ki sizden bazıları 'Ömer ölürse falancaya biat ederim' diyormuş. Sizden hiç kimse, Ebubekir'in hilâfetinin oldubittiye getirilişini bahane etmesin. Evet, o bir oldubittiydi. Ama Allah o acele sayesinde ümmeti büyük bir şerden korudu. Sizin içinizde Ebubekir gibi kendisine gözü kapalı boyun eğilecek kimse yoktur. "Kim müslümanların şûrası olmaksızın bir adama biat ederse, bu biat meşru sayılmaz. Biat eden de edilen de ölümlerini hazırlamış olurlar." Gerçek böyleyken hadise çarpıtılmaya çalışılıyordu. Mu¬aviye çeşitli illerin ileri gelenlerini sarayına çağırtarak onları ikna etmenin yollarını arıyordu. Ahnef b. Kays'ın da içlerinde bulunduğu bir heyette bu zatın niçin hiç görüş beyan etmediğini soran Muaviye, Hz. Ahnef'ten şu cevabı alıyordu: "Biz doğruyu söylemek için senden, yalan söylemek için de Allah'tan korkarız."

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
287
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-599-7
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Mahmut ali Meriç
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan/ entelektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz?.. Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız varsa, zaman eksenine düşünce mesaisi düşürebiliyorsanız, bu kavramlar üzerine kafa yorarsınız, bu sorulara cevap ararsınız, ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in “hakikatte içi de, dışı da bir” mağarayı anlattığı kitap, Mağaradakiler, bir “geniş ufuk” kitabı.

Entelektüel

Sartre, ortalama Fransız aydınının entelektüel anlayışını şöyle belirtir: Entelektüel, zeka ile ilgili bir faaliyet (müspet ilimler, tatbikî ilimler,tıp, edebiyat v.s.) sayesinde az veya çok isim yapan ve kazandığı ünü kötüye kullanarak toplumu ve kurulu düzeni eleştiren bir nevi insan. Bu eleştiri, topyekün veya dogmatik (rnüphem veya açık, ahlakçı veya Marksçı) bir dünya görüşü adına yapılır. Örnek mi istersiniz? Atomun parçalanması üzerinde çalışan bilginlere entelektüel denmez; onlar sadece bilgindirler. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri aletlerin büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarlarsa entelektüel olurlar.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1923
ISBN
978-975-10-2884-6
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Memleketimizde hiçbir anı Minelbab İlelmihrab kadar ilgi çekmemiş, Meclis'e kadar yansıyan gürültü koparmamıştır. İki kez yayını durdurulan eserin ancak 1948'de, yazarın ikinci Aydede dergisinde tam yayını mümkün olabilmiştir. Önemli yoğunluktaki yeniden basılması istekleri karşısında, hâlâ mizahi bir anlatımla o devrin tanınmış kişilerini gözümüzde canlandırdığına ve Mütareke yıllarına ışık tuttuğuna inanıyoruz. Bu anılar, yazarı dediği üzere, bir savunma olmayıp yalnızca günü gününe hislerin işlendiği Mütarake Devrinin özel bir tarihçesidir. (Tanıtım Bülteninden)
Neden Altını Çizdim?
Bu yazı ülkeyi terketmek zorunda kalmasının ardından hür basında (!) neşredilen "düşene bir tekme de ben vurayım" yazıları arasında en insaflısına cevaben yazılmış. Bu vaziyette bile böyle latif, böyle hoş, böyle edebi bir mektubu kaleme alabilen Refik Halid'e saygı ve hayranlık duymamak mümkün değil!

Refik Halid'in İsmail Müştak Bey'e mektubu

Bir Şukka-i Muhibbi (Dost Yarası)

Muhterem İsmail Müştak Bey, Hatıratımın men'i teşebbüsü münasebetiyle "Tanin"in "Mersadı İbret" sütununda meslektaşlarımızdan hiçbirine nasip olmayan bir nezaket ve insaf göstererek yazdığınız mütalaaları okudum. Hepsine min gayri haddin" iştirak ediyorum. Kendim kendimi muhakeme veya müdafaa etseydim bundan daha iyi yapamazdım. İlla, işin ciheti kanuniyesine müteallik kısımlarını o derece vuzuh ve dirayetle idare edebilmek kabil değil elimden gelmezdi. Binaenaleyh meselenin esası hakkında söyleyebileceğim kalmamış ... Fakat şahsıma ve sergüzeştime dair sarf ettiğiniz bazı tabiriere karşı müsaade buyurunuz da -muhabbetime ve minnettarlığıma halel gelmemiş olarak- size eski bir arkadaş sıfatıyla, fikrimi rindane söyleyeyim; maksadım mukabele değil, mülatefe. En ciddi meselenin de bence, şakaya mütehammil tuhaf ve hoş cihetleri vardır. "Ecnebi bir vapurla arkasını vatana çevirerek, gömülmeye mahkum liyakat ve kabiliyetimle yad ellere çekildiğimi" yazıyorsunuz. Filvaki makale böyle yazılır; süs, şekil ve kuvvet vermek adettir ve bunları vermek için de hakikatten uzaklaşmak, mantığa göz yummak icap eder. Fakat, edebiyat haricinde düşünelim: Ecnebi dediğiniz vapur, hain hadim veya hakimi vatan her ferdin, biraz uzakça gitmeye mecbur olduğu zaman - bila endişe bindiği Mesajeri Maritimin "Piyer Loti" vapurudur. Bu büyük Türk muhibbinin ismini taşıyan bir geminin beni taşımasını niçin aleyhimden fazla lehimde bir şahadet telakki etmemeli? Görüyorsunuz ki, en telaşlı bir zamanımda, canımı kurtarmak endişesi içinde bile İngiliz bayrağını hamil mahut "Egypt" vapuruna, milletin dostu bir edibin namına izafe edilmiş, bir Fransız sefinesini tercih etmişim, bu itidali demi, bu muhabbeti vataniyeyi gösterebilmişim. Aynı zamanda bir muharririn velevki tegayyüp ve firar maksadıyla da olsa, bir edip ve üstat ismini taşıyan vapura rükubu herhalde meslek muhabbetini gösteren bir harekettir. Bir gün böyle uzun yolculuklara bayrağımızı ve mesela "Ruşen Eşref' namı bülendini hamil ve haiz sefinelerle azimet ederler, iftihar eyleriz. Hoş doğrusunu söylemek lazımsa o gün ben "Piyerloti" yerine "Klemanso" isimli bir vapur da bulsam azimetle tereddüt göstermezdim, zaruret hareketimi mubah kılardı. "Arkamı vatanıma çevirdiğime" biraz doğru hükmetmişsiniz. Fakat çeviren ben değildim, vapurun yolu böyle icap ediyordu. Kıç tarafında bayrak direği ne sarılıp duramazdım ki... Hem bu, tam bir arka çevirmek de sayılmaz. Malum a Suriye'ye giderken Anadolu'yu solumuza alırız, kalp tarafımıza .... İşte memlekete bir eseri muhabbet ve alaka daha! "Liyakat ve kabiliyetimin gömülmeye mahkûm olduğuna nereden hükmolunabilir, anlayamadım. Beş sene, biteviye, Sinop, çorum gibi ratip memleketlerde sürgün kaldığım zaman körleşmeyen kabiliyetim zannetmem ki "Cebelilübnan'ın rutubetsiz ve şemsabad ikliminde pas tutsun! Burası pek de "yad el" sayılmaz. Hemhududumuz" olduktan başka, bizden en son ayrılmış dost bir Müslüman ülkesidir. İşte muhabbet ve merbutiyetimin" diğer bir nişanesi de bu ... Sebebi azimetime'' gelince: Bana memleketimi bir müddet için terk etmeyi milliyetperver rical ve rüfeka tavsiye etmişlerdi. Ali Kemal'in 'akıbeti ise bu tavsiyeleri bir ihtar şekline soktu. Hani, herifin biri bir meyhaneye girmiş: Rakı isterim ama sert olsun! demiş. Meyhaneci küp dibinde yere yuvarlanıp yatan dört beş sarhoşu göstererek: Nah, demiş, mostrası meydanda! Onun gibi benim içeceğim ecel şerbetinin mostrası da meydanda idi! Kafamın, matbuat muhitinde seng-i tarize tahammülü varsa da hükümet avlusunda kaldırım taşlarına dayanamazdı. Taşı gediğine koymayı severim ama o gedik kendi beynim olmamak şartıyla ... Hem de lafta ve yazıda!.. Makalenizin bir yerinde benim için "Mahkum" sıfatını galiba, efkarı umumiye nazarında manasına kullanmışsınız. Beni, idari bir kararla listeye soktular. Burada hürmetten başka bir muamele gördüğüm yok. Hem satılmış denen şu adamın satacak bir altın saati bile yoktur. Gıyabımda evime gelip de envaı ve eşyamı kayıt için sordukları zaman Harbi Umumi de alınmış bir şemsiye eskisi ile Fazıl Ahmed'den bidayeti" Meşrutiyet'te mübadele ettiğim bir pardesü püsküsünden başka "hacze layık mamelek" bulamamışlar. Memurlar belki de inanmamışlar, nukut ve senedatı koçan şeklinde benim de Eşref gibi yanımda taşıdığıma hükmetmişlerdir! Nezaketinizi şu suretle, biraz kabaca suistimal ettiğimi mazur görünüz. Neşem bir miktar terbiyesizleşti. Galiba bu hususta kabahat bende değil, aleyhimde okuduğum gazetelerin tarzı tahririnde ... Ülfet hasıl oluyor. Ne diyeyim. Allah hepimize sizin nezaket ve insafınızı ihsan buyursun! Lübnan-3 Şubat 1924
mersadı ibret:yanlışları gözlem min gayrı haddin: haddim olmayarak hadim: hizmet eden hamil: taşıyan mahut: sözü geçen itidali demi: uygun davranış tegayyüp: saklanma rükup: binme Clemenceau (1841-1929): Kaplan lakaplı Fransız devlet adamı. Başvekilliği (1917) sırasında harbin kazanılmasında büyük rolü olmuştur. ratip: rutubetli Cebelilübnan: Lübnan'ın ortasında yer alan Akdeniz'e kıyısı olan şehir şemsabad: bol güneşli hemhudut: ortak sınır merbutiyet: bağlılık sebebi azimet: gidiş sebebi rüfeka: arkadaşlar seng-i tariz: taşlama bidayet: başlangıç mamelek: sahip olunan her şey

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
592
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1951
ISBN
975-7663-95-6
Baskı Sayısı
6. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel
Neden Altını Çizdim?
Tanıdk geliyor mu?

Bir hükümdarı al aşağı etmek endişesinin fersahlarca üstünde bir vazife!

Genç müdür (Kenan Rıfai)'nin başında çeşitli gaileler de vardır. Bir kere mektebi (Numune-i Terakki - İstanbul Lisesi), memleketin seçilmiş ailelerinin çoğu şımartılmış çocuklarıyla doludur. İçlerinde rütbe ve nişan sahibi olmuş ve günlük hayatlarım, tahsilden gayri en uygunsuz yollarda kullanmak isteyen talebe ile karşı karşıyadır. Fakat işin asıl müşkül tarafı bu değildir. Selefi olan Ali Nadir Bey, devlet merkezinde gizlice faaliyete geçmiş olan Terakki ve İttihat teşkilatıyla iş birliğini kabul edip, sonra da bir sarhoşluk gecesinde Sultan Hamid'e karşı tertiplenen hareketi ağzından kaçırdığı için büyük çapta tevkiflere sebep olup kendi de sürülen bir kimsedir. Bu yüzden bir kere padişahça adı kirlenen Numune-i Terakki, Saray'ın endişe mevzûu olmuştur. Öyle ya ... eski müdür siyasi emellere sahip bir adam olduktan sonra, yenisi neden olmasın? İşte bu sebeple de mektep devamlı surette sivil polis teşkilatının göz hapsindedir. Zavallılar nasıl bilebilirler ki, mektebinin etrafını sardıkları genç müdürün, bu gökkubbe altında üstüne aldığı vazife, bir hükümdarı al aşağı etmek endişesinin fersahlarca üstündedir. Hem o çok iyi bilir ki, bir devlet mekanizması, daima cemiyet bünyesine uygun formlara girer. Eğer milletlerin moral ve sosyal seviyeleri olgunluk semtine doğru yol alırsa, devletin de bu ahenge muvazi adımlar atacağı tabiidir. Esaseri bir toplumun politik nizamını düzenlemek keyfiyeti, bu işe liyakatli bir zümrenin vazifesidir. "Zulüm, bir şeyi kendi mevziine koymamaktır," diyerek her işi ehline ve liyakatlisine bırakmaktan son derece haz duyan bu büyük insan, memleketin siyasi bünyesine çeki düzen verme davasına el sürmeyecek biri varsa, onun da kendisi olduğunu pek iyi bilmekte idi. Ve siyasi görüşü her çağında çok keskin olmakla beraber, sonuna kadar, hamiyetli bir vatandaştan ileri politik hayatı asla düşünmemiştir.

Maddeleşmiş din

Yalnız Kudüs'te dilencinin çerçevesi ihtişamlıdır: Medine, dini mallaştırmış, maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs, dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur. Kudüs'te oteller yarı kilisedir, uşakları yarı papazdırlar ve hizmetçiler yarı hemşiredirler. Hepsinin cübbesi, putu ve beyaz başlığı, simokinleri, askıları ve önlükleri ile aynı dolapta durur.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

Tasavvuf İslam mistisizminin adıdır.

Tasavvuf İslam mistisizminin adıdır. İslami bir kavramı batılı mukabili ile değiştirmemiz bazılarına çok garip gelebilir. Nitekim bazı mutasavvıf mütefekkirler, özellikle Rene Guenon tasavvufla mistisizmin tamamen başka şeyler olduğunu, İslam tasavvufunu bilmeyen batılıların bu iki şeyi birbirine karıştırdığını ısrarla belirtmişlerdir. Bunların Hıristiyan mistisizmi ile İslam tasavvufu arasında yaptıkları ayırım esas itibariyle doğrudur, ileride bu farklardan biz de bahsedeceğiz. Fakat burada bizim mistisizmden maksadımız Hıristiyan mistisizmi değil, belli bir iç tecrübe ve belli bir bakış tarzına felsefede verilen genel addır. Bu bakımdan Hıristiyan mistisizmi, Yahudi mistisizmi, Hindü mistisizmi ilh. gibi İslam mistisizmi de vardır ve biz buna tasavvuf diyoruz.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
103
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1972
ISBN
9789757013020
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Edebiyat Dergisi Yayınları
Kuşluğa doğru, uçak Ankara'dan kalktı. Hala, alandaki arkadaşlarımın ellerini tutuyormuşum, sanıyorum. Yolcuların çoğunluğu Türk. Aşağısı Trakya ve Balkanlar. Buralar da bizim yurdumuzdu, Türkiye'nin toprakları içindeydi. Üç yüz yıldan artık bir süre bizim olan, uygarlığımızın bir parçası olan buraları kolay kolay bırakmamalıydık. Trakya, tarihi bir soru olarak yeni kuşaklara öğretilmeli, yeni kuşaklardan, bu sorunun mutlaka cevabını bulmaya uğraşmaları istenmilidir. Trakya'yı nasıl yitirdik? Sorusu uçağın içinde durmadan çınlıyor. Batı üstüne, şimdiye değin çok okuduk.

plastik güneş

Uyandım, yüzüme plastik bir güneş parçası yapışmıştı. uzun süre silmeye uğraştım. Niçin güneşi plastik Paris'in? Çünkü yükselen batı isi, güneşle Paris'in arasında kalın bir duvar.