Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabıyla insan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu anlatan Harari, Homo Deus'ta çarpıcı öngörüleriyle yarınımızı ele alıyor. İnsanlığın ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık peşindeki yolculuğunu bilim, tarih ve felsefe ışığında incelediği bu çalışmasında, insanın bambaşka bir türe, Homo deus'a evrildiği bir gelecek kurguluyor.
Yola "önemsiz bir hayvan" olarak çıkan Homo sapiens, tanrılar katına ulaşmak uğruna kendi sonunu mu hazırlıyor?
Homo sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü iddia eden hümanist öğretiye inandı?
Anlamdan vazgeçmek
Sonuç olarak modern sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. Peki bedeli ne oldu? Modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. İnsanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir?
Anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. Ancak insanevladının bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortada. İnsanlar bununla nasıl baş ediyor? Ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak?
Kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi, piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. Ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zaman da kör de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değil. Tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. Mahkemeler ve polis dahil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
İNGİLİZCE BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Osmanlı şeriat devleti miydi?
Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve devlet arasında hiçbir fark gözetmediği fikri eskiden kabul görürken, modern araştırmalar, Osmanlıların din ve siyaseti, en azından uygulamada, belli ölçülerde ayırdıklarını belirtme eğilimindedir. Şeriat kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürmesine karşın, 18. yüzyıla gelindiğinde, uygulamada, aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin sınırları içerisine hapsolmuş durumdaydı. Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, Sultanlar’ın örf ya da kanun denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı.
1888 yılında Beylerbeyinde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnudan İstanbula göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur.
İslamiyette tesettür meselesi!
Melal yeni partinin ilçe idare heyeti azasından olmuştu, nutuklar ve konferanslar veriyordu. Mebus listesinde yer alması ihtimali kuvvetliydi. Eh, okumuş yazmış bir kadındı da ... yaşı müsait olduğu gibi malumatfuruşluğu 1 ile de dikkati çekiyordu.
O akşam parti ilçe binasında "İslam demokrasisinde kadının mevkii" üzerine bir konferans mevzuu hazırlamıştı. Malumatın çoğunu Şeyh Baki'den topladığını, vukufuna hayran kaldığını söyledikten sonra Bersad'a dedi ki:
"Fakat Aşık'tan öğrendiğim birçok şey var ki fena tevil edilir korkusuyla konferansımdan çıkarmaya mecbur oldum. Mesela İslamiyette tesettür meselesi... Şeyh'in anlattığına göre kadının örtünmesi hakkındaki hükümler sonradan verilen ağır şekilleri haklı gösterecek mahiyette değildir. Kur'an sadece dışarıda kadınların örtülerini omuzlarından aşağı sarkıtmalarını emrediyormuş, hatta ziynet ve süslerinin bir kısmını gizlemelerine lüzum göstermiyormuş.
Evden çıkarken bir sokak elbisesi giymelerini tavsiye ediyormuş, o da tanınıp incinmemeleri içinmiş ... "
"Bunları karıştırma güzelim! Galiba seçimde halk dinine bağlıyı bile kafi bulmayacak, mutaassıp olanları tercih edecek."
"O yolu açan biz değiliz iktidardakiler başladı."
Allah (c.c), kendi yolunun küllenmiş işaretlerini hatırlatmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, mesajlarını yaymaya çalışırken hem kendilerini engellemek isteyenlerin, hem de taraftarlarının zulümlerine maruz kalmışlardır.
Ehl-i Sünnet
Ehl-i Sünnet eğilimini, tarihi süreçte geçirdiği değişim ve ulaştığı sonucuyla tamamen anlayabilmek için ciddi ve kapsamlı bir araştırmaya her zaman ihtiyaç vardır. Fakat maalesef belirli önyargılardan kurtulunamadığı veya ithamlardan, eleştirilerden korkulduğu için bu iş yapılamamıştır. Bizim burada en genel hatlarıyla bahis konusu ettiğimiz Ehl-i Sünnet çok farklı anlam ve boyutlara sahip bir eğilimdir. Bugünkü ulaşılan şekliyle zıtlıkları, farklılıkları bünyesine toplamış, öncesinden oldukça farklı bir konuma ulaşmış durumdadır. Eğilimin ilk safhasını siyasî olduğu kadar, itikadı kaygılar oluşturur.
İslâm’ın yönetimden uzaklaştırılmasına kadarki dönemde başgösteren ayrılık ve kavgalar bazı sahabeleri sessiz olmaya, olaylara karışmamaya sevkeder. Bunlar arasında Abdullah b. Ömer, Sâd b. Ebî Vakkas, Muhammed b. el-Ensa- rî, Usame b. Zeyd gibileri de vardır. Onların tarafsızlığı, birbirleriyle kavga eden ve savaşanların müslümanlık iddiası taşımalarından kaynaklanır. Gelecekteki müslümanları şaşkınlık ve hayrete sürükleyen o olayların tarafları söz ve yaşantılarıyla müslümanlardır ve bir taraftan olmak bazılarına imkânsız görünür. İki taraftan birisini destekleyip, diğerine karşı savaşmak kolay karar verilebilecek bir durum değildir. Bu nedenle geçmişte de bazı insanlar tarafsız kalmayı gerekli bulurlar. Bu anlayış Tabi’în veya sonrasında da olaylar değerlendirildiğinde aynen korunur. Tarafsız kalınmaya çalışılır. Bununla ilgili olarak Ebü Hanife nin sözleri, ilgili tavrı ve gerekçesini açıklar niteliktedir: “Sen durumları iyi olan bir toplulukta idin. Daha sonra onları, birbirleriyle iyi olarak bırakıp ayrıldın. Sonra onların iki zümreye ayrıldıklarını ve birbirlerini öldürdüklerini duydun, onlara geldin. Ayrılırken iyi olarak bıraktığın halde, sonradan biribirini öldüren bu kimselere sorduğun zaman iki zümreden her biri kendisinin zulme uğradığını söyledi. Oysaki leh ve aleyhlerinde kendilerinden başka şahit de yoktur. Aralarındaki öldürme fiili sabit olduğu halde mazlum ve zalim ortada yoktur. Çünkü hasım olan bu iki tarafın birbiri için şahadetleri caiz değildir. Bu takdirde birbirini öldürmekten dolayı her iki tarafında, isabetli olmadıklarını bilmen gerekir. Ya iki taraf da hatalı, yahut biri hatalı, diğeri isabetlidir.”
Görünüşte Mürcie’nin düşüncesine bazı noktalarda yaklaşan ancak temelde tamamen farklı olan bu eğilim, zamanla statükoyu meşru görme eğilimine dönüşecektir ki, bunun ilk dönem tarafsızlığı ile ilgisi yoktur. Bunun açık delili, aralarında Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve benzeri seçkin şahsiyetlerin siyasi nedenlerle şehit edilmeleridir. Onların tarafsızlığı haksızlıklara müdahale etmemek biçiminde değil, görünüşte müslüman olan veya müslüman olduklarını söyleyen insanların hatalarına engel olmak ancak, iman! yönü Allah’a havale etmek biçimindedir. Bundan dolayıdır ki sonunda hayatlarını bile ortaya koymuşlar ve tarafsızlıklarının asıl yönünü göstermişlerdir. Bu durum da açıkça göstermektedir ki bu günün çoğunluk açısından suya sabuna dokunmayan zihniyetiyle aynı isim altında (Ehl-i Sünnet) zikredilen o şahsiyetlerin tavırları arasında hiç bir ilgi bulunmamaktadır.
Bu ilk dönemlerde Ehl-i Sünnet ismine rastlanmaz. Ancak Şia, Havaric, Mürcie, Kaderiyye, Mu’tezîle vs. gibi fırkaların bid’at olduğu anlayışına sahip olup, bunların karşısında Selef itikadını savunan insanlar, kendilerinin diğerlerinden farklı olduklarını göstermek için değişik isimler alma ihtiyacı hissederler. Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l Eser, Ehl-i Sünnet ve’l İstikamet, Ehl-i Hadîs vs. gibi isimler alırlar. Ancak yine de sistemli bir bütünlük halinde ortaya çıkılmaz ki, geneli ifade etmesi açısından üçdört yüzyıl Ehl-i Sünnet ismine rastlanmaz. Bu açıdan, kendi zamanlarının itikadı veya siyasî eğiliminden bahseden İbnû’r Ravendî, en-Nevbahtî, es-Serrac, Ömer Hayyam, imam Gazzâlî, İbn Rüşd’ün tanıklıkları kayda değer niteliktedir. Onlar kendi zamanlarıyla ilgili olarak Ehl-i Sünnet veya benzeri bir eğilimin varlığından (bugünkü anlamda veya ona yakın biçimiyle) bahsetmezler.189 Ancak bu durum daha önceleri Ehl-i Sünnet veya benzeri isimlerin kullanılmadığı, bu isimlerle kendilerini niteleyenlerin olmadığı anlamına gelmez, bundan bahsetmiştik. Önemli olan nokta, genel, sistemli, bütün bir eğilimin olmayışıdır. Ancak 12. veya 13. yüzyıldan sonra bugünkü anlam ve boyutlarda konuya ilişkin isim ve kavramlara rastlanmaya başlanır. Bu zamana kadar da çok şeyler olur ve değişir.
İtikadî yönüyle bid’at eğilimlere muhalefet ve selef itikadına bağlılık biçiminde başlayan tavrın en temel özelliği ilk dönemler için kelâm karşıtlığı olur. Onlara göre kelâm en önemli bidatlardandır ve ona karşı olmak gerekir. Onlarca kelâm, felsefe gibi düşünce biçimleriyle İslâm anlayışını değiştirmek veya yorumlamak yerine, Selefin anlayışı, değişmez ilke kabul edilir.
Zihin maddeden önemlidir
Ondokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başında önce fizikteki gelişmeler eski fiziği model alarak kurulan materyalist dünya görüşlerini sarstı. Fizikteki ve ilim felsefesindeki çalışmalar sonunda önce pozitivist bilgi anlayışı sarsıldı; insan zihninin dünyayı anlamamızda pasif değil aktif bir rol oynadığı anlaşıldı. Kaldı ki, İlmî düşüncenin dış dünyadan toplanan malûmât üzerinde yaptığı sınıflamalar, soyutlama ve tahliller onun ilgilendiği realiteyi ister-istemez değiştiriyordu. En pozitif ilim denilen fizikte bile maddenin en ufak parçalarının doğrudan doğruya bilinemediği, bunlar hakkındaki bilgimizin âlimlerin sübjektif tasvirlerine dayandığı görüldü. Öyle ki, Max Planck gibi büyük bir fizik âlimi fiziğin ilimden ziyâde sanat olduğunu söylüyordu. Nihâyet, hakikati aramada ilmin dışında birtakım geçerli metodların da bulunduğu kabul edildi: Sanat, din ve ahlâk tecrübesi. Hattâ Einstein İlmî araştırmanın hem kaynağında, hem yönlendirilmesinde dinî insiyâkın bulunduğunu iddiâ etti. Zihnin maddeden daha önemli olduğu kabul edildikten sonra bu sonuca varmamak imkânsızdı.
Manasız bir ayrım
İslâm ile hıristiyanlık arasındaki farklardan söz ederken, İslâm’ın hem maddî hem manevî tarafıyla insanı ele aldığı, onun topyekûn varlığı için bir nizâm getirdiği söylenir. Hıristiyanlıkta "İsâ’nın hakkı İsâ’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a" denilerek din ve dünya hayatı diye iki hayat ayrılmıştır. Aslında "din hayatı ayrı, dünya hayatı ayrıdır" sözü insan ve toplum hakkında bilgisi bulunmayanların kolayca kabul edebilecekleri birşey olmakla birlikte, meseleyi biraz derinliğine inceleyenler böyle bir ayırımın gerçekte bir manâ ifâde etmediğini görürler.
Dinin yerine geçecek başka bir sistem bulunmuş değildir
Dinin yerine geçecek başka bir sistem bulunmuş değildir. Bugüne kadarki tecrübelerimiz dinin ancak başka bir dinle yer değiştirebildiğini gösteriyor. Bâzı hallerde dünyevî doktrinlerin -komünizm gibi- dine meydan okudukları görülmekle birlikte onların bu başarılarındaki en önemli faktörün, dine ait bâzı özellikler taşımaları olduğu açıkça bellidir: İnsanı dünyadaki yalnızlığından kurtarmak, ona kâinatta belli bir yer vermek, hayatın mâhiyeti ve hikmetini anlamasına yarayacak bir izâh şeması sunmak ve nihâyet bütün bunları bilginin sınırlı gücüne değil de imâna dayandırmak. Fakat hiçbir dünyevî, materyalist doktrin bu fonksiyonu din kadar ifâ edecek güce sahip olamaz. Bu yüzden insanların dine olan ihtiyaçları hiçbir zaman ortadan kalkmayacağa benzemektedir. Zaman zaman din müessesesindeki zayıflamalar insandaki bu temel ihtiyacın azalmasından değil, mevcut dinin yeteri kadar tatminkâr olmayışından ileri geliyor diyebiliriz.
Bugünkü Batı medeniyeti, getirdiği hoşnutsuzluklar dolayısiyle, insanları dine veya yarı-dinî doktrinlere itecek bir toplum düzeni, bir hayat tarzı yaratmıştır. Komünizm ve faşizm Batı medeniyetinin hoşnutsuzluklarına karşı birer tepki olarak ortaya çıkmış, insanlar bunlara "susuz kimselerin çeşmeye koşmaları gibi" harâretle koşmuşlardır. Bu susuzluğun temelinde dinî cemaatın parçalanması, servetin put haline gelmesi, insafsız ve merhametsiz bir rekabetin tek geçerli eylem olması ve nihâyet bu hayattan zarar görenlerin sığınabilecekleri bir büyük manevî barınağın bulunmayışı vardır.
Geleneğin Tasfiyesi ya da Yeniden Üretilmesi
Necat(salut) İhtiyacı
Edgar Morin ne diyor? Şunu: “XVIII. yüzyıl (Aydınlanma Çağı, H.Y.) için din, rahiplerin bir icadı, halkı aldatmak için bulunmuş bir hile idi. Bu yüzyıl (XVIII. yüzyıl) din’e duyulan ihtiyacın derin köklerini, özellikle de necat(salut) ihtiyacını anlayamamıştır.”
Açık zihinli bir Fransız entelektüeli ne diyor, bizim Aydınlanmacılarımız ne diyor? Men çi guyem, tamburem çi guyed! Morin, XVIII. yüzyıl (Fransız) Aydınlanma’sını, ‘din’e duyulan ihtiyacın derindeki köklerini’ anlayamamış olmakla itham ederken şunu demek istiyor: Aydınlanma söylemi, giderek, Voltaire’in, Diderot’nun öngördüğü rasyonalite hedeflerinden sapmış; Robespierre’in ‘tanrılaştırılmış akıl’ını Aydınlanma söylemine hâkim kılmıştır. Kültleştirilmiş, kutsanmış ve tek yol gösterici tayin edilmiş olan akıl, insana kılavuzluk eden (ve elbette ‘necat’ ihtiyacına cevap veren) öteki söylemleri dışta bırakacak biçimde temellendirilmiştir. Halbuki ne Voltaire’in, ne de Diderot’nun amaçları buydu! Onlar, tıpkı Morin gibi, dinin ve ‘necat’ (salut) ihtiyacının bilincinde olan aydınlardı; keza Tanzimatçı Osmanlı aydınları da! Bugünün Robespierre’leri gibi değil! Baksanıza, ortalık küçük küçük Robespierre’ciklerden geçilmiyor!
1888 yılında Beylerbeyinde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnudan İstanbula göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur.
Fransuva Jozef'e dönmeye hazır şeyh efendi
Hain hain gülmeye başlamıştı:
“Ah şeyhim ah! Ne kaybettiğini biliyor musun? Bugün benim yerimde olmak için kısalası ömrümden birkaç senesini verirdin! Modern çiftlik ağalarının ismini bulamadıkları o kürküyle, üstüne biri mavi, öbürü sarı iki tüy takılmış miğfer biçimi siyah kadife şapkasıyla ne dilberdi Neşide! Senin sarıklı baban da şapka düşkünüydü, şapkalı kadına bayıldığını senden işitmiştim. O şapkaperest Kazesker Efendi de görmeliydi... Görmek için vallahi kendisi de başına silindir giyer, torba sakalını biçime sokturup favorili bir Fransuva Jozef'e dönmeye razı olurdu, yobaz!”
Şunu da düşünerek gülmesine devam etti:
“Malkaralızade yazık ki dünyaya biraz evvel gelmiş. Kastamonu’da başına ilk şapka geçirilen sarıklı olamadığına mezarında pek üzülmüştür. Ya Müslüman kadınının şapka giydiği cümbüşlü zamana yetişemediğine öyle kızmıştır ki mezarında muhakkak süngüsü depremiştir.
Ben şahsen, Muhammed'in, kendisine vahiy olarak gelen şeyin kendi bilincinin ürünü olmadığına inanmakta samimi olduğuna Kani oldum. Hz. Muhammed'in gerçekten bir peygamber olduğuna inanıyor ve biz hıristiyanların, 'Onları meyvelerinden tanırsın' anlamındaki hıristiyan prensibi gereğince bunu kabul etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü asırlar boyunca İslam, birçok üstün ve zühd sahibi insan yetiştirmiştir. Eğer O (Muhammed) bir peygamberse, o zaman
Din Gelişen Bir Şey Midir?
Batılı alimler, bir çok nedenden dolayı, Kur'ân'ın çeşitli bölümlerinin ne zaman vahyedildiğine dair, en azından, kabaca bir fikir edinmenin yararlı olacağını düşünürler. Bu, onların müslüman cemaatin büyüyüp yeni ve farklı ihtiyaçlarla karşı karşıya kaldığında Kur'âni mesajdaki vurguların nasıl değiştiğini incelemelerine imkan tanır. Batılı alimler için bugün bir dinde yaşayan, büyüyen ve dolayısiyle değişen ya da -onların tercih ettikleri bir ifadeyle- gelişen bir şeyler görmek bilinen bir hakikattir. Hz: Muhammed'in dönemindeki Araplar için değişim nefret uyandıran bir şeydi ve gerçek olan şey değişmeyendi. Değişime karşı duyulan bu tür bir hissiyat İslam'da da varlığını devam ettirdi ve bugün bile çok az müslüman kendi dinini gelişen bir şey olarak düşünmeye hazırdır.
19'uncu Yüzyılda, Sir William Muir ve Hubert Grimme gibi Avrupalı alimler Kur'ân'ın kronolojisini çıkarmaya çalıştılar. Bunların en başarılısı Theodor Nöldeke idi.4 Geleneksel `esbab-ı nüzul'den elde edilen malzemeleri kullanarak; erken döneme ait olduğu kabul edilen 'sürelerin kısa âyetli, geç döneme ait olduğu düşünülenlerin de uzun âyetli olduğunu gözlemledi. Sonunda, âyetlerin ortalama uzunluğuna göre, kısaların erken dönemde, uzunların geç dönemde, orta uzunlukta olanların da orta dönemde indiğine dair kabaca bir belirleme yaparak bir sürenin tarihinin tesbit edilebileceğine ilişkin teoriyi ortaya attı. Müslüman alimler süreleri Mekki ve Medeni olarak ayırmışlardı (yani Hicretten önce ve Hicretten sonra); fakat Nöldeke, Mekke dönemini de kendi içinde üçe ayırdı. Bu dört dönemin her biri içinde her süreye belirli bir yer tayin etti; böylelikle aslında tüm Kur'ân"ı yeniden düzenledi. Nöldeke'nin Kur'ân tarihlemesi Batılı alimler arasında geniş bir kabul görmüştür.