"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu."
Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."
Rus kültürü ve Batılı dünya görüşü
Theresa, Rus kültürünün daha halen toplum denilen soyutlamayı bireyden yüce tutan Aydınlanma öncesi ortaçağ dünya görüşünü yansıttığını savunurdu. Bunun böyle olduğunun bir göstergesi de, Avrupa'da toprağa bağlı kölelerin on beşinci yüzyılın ortalarında azat edilmiş olmalarına karşın, Rusların bu noktaya ancak üç yüzyıl sonra gelebilmiş olmasıdır. Rusya'da insan hakları meselesinin, çözümü şöyle dursun, gündeme dahi yeterince gelmiyor olmasını da Rusların bütünü parçalarından üstün tutmasına bağlardı. Rus insanının kendisinde bireysel yaşamını iyileştirme hakkını görmediğini; bu bağlamda, Bolşevik Zudin kadar, on dokuzuncu yüzyılın Romantik Panslavizmini diriltmeye çalışan Soljenitsin'in de, gelişmiş Avrupa'nın geride bıraktığı bir düşünce sisteminin ürünü olduğunu anlatırdı.
Theresa'yı dinlerken, ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah'a bile vizyon yüklemeyen Batılı dünya görüşü doğrultusunda, aşk'ın da azgelişmişlik sınıfına giren bir yanılsama olarak değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Nitekim öyleydi; Theresa üzgündü ama aşk'ın bir anakronizm olduğunu itiraf etmek zorundaydı.
Latife Hanım'ın Eğitimi
1919 yılının sonbaharındaki tehlikeli kaçışın ardından Uşakizade ailesi, Avrupa'nın dört bir yanına dağıldı. Muammer Bey ile Adeviye Hanım o sıralar çocuk felci geçirmekte olan küçük oğulları Münci'yle birlikte Fransa'nın İspanya sınırında bir sahil kenti olan Bianitz'e, Villa Stella Maris diye anılan eve yerleştiler. Latife'nin eğitimine ve kültürüne uygun bir kız okuluna gitmesine karar kılındı. Londra yakınlarında, 1850 yılında kurulmuş Chislehurst'te Tudor Hall School adıyla bilinen okul her bakımdan uygun bulundu. Akademik anlamda Tudor Hall, o günlerin tipik kız okullarından farklı olarak derinlemesine ve bol seçenekli bir eğitim olanağı sunuyordu. 11-18 yaş grubundaki kız öğrenciler için yatılı bölümü vardı. Kültür ve dil ağırlıklı okulda matematik, coğrafya, tarih, botanik, astronomi, kimya, edebiyat, Latince, Fransızca, resim, yazı dersi ve jimnastik okutuluyor, hemen her dersi değişik hocalar veriyordu. Dans dersi, piyano dersi olması, okulda atların ve altı tane tenis kortunun bulunması Latife'ye çok cazip gelmişti. Zamanın önde gelen akademisyenleri ve müzisyenleri okula konferans vermeye geliyor; öğrenciler baskı altına alınmadan yeteneklerine göre eğitiliyordu. Sık sık münazaralar yapılıyordu. Seçilen konular da birbirinden ilginçti; sufrajetler (oy hakkı için kavga veren kadınlar); basın özgürlüğü, Manş Tüneli -1994 yılında açıldı- açılsın mı açılmasın mı gibi başlıklar vardı. Kızlar sık sık Londra'ya resim galerilerine, müzelere, Londra'nın önemli yenlerini gezmeye götürülüyorlardı. Opera dahil, kendileri tiyatro oyunlarını hazırlayıp şehrin yoksul semtlerindeki halka gösteriler yapıyorlardı. Musluklarından sıcak ve soğuk su akan banyosu olan, yatak odalarının pencerelerinden orman manzarası görülen konforlu bir mekândı. 1917 yılında okulun 51 kız öğrencisi vardı.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
İstiklal Harbi Öncesi Vaziyet
Kasım 1918’de bir “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” Edirne’de ve aynı tarihlerde bir diğeri de Batı Trakya’da kuruldu. Bunları, kendi bölge örgütünü Aralık’ta kuran İzmir izledi. Doğudaki ilk örgüt Kars’ta (Kasım 1918’de) kurulmuştu, bunu Trabzon ve Erzurum’da (ilk hazırlıklardan sonra ikisi de Şubat 1919’da) kurulanlar izliyordu. Bir tane de Aralık ayında, Urfa’da kurulmuştu.
Birçok küçük örgüt vardı ve hepsi de benzer şekilde hareket ediyordu: Örgütün arkasındaki İttihatçılar genellikle, örgütün “ulusal” niteliğini vurgulamak ve geniş destek çekmek amacıyla, yerel eşraf ve din adamlarının (çok defa müftülerin) cemiyetin itibari başkanları olmalarına çalışıyorlardı. Sonra da, örgütün temsile dayanan niteliğini kanıtlamak için bir kongre düzenlemeye girişiyorlardı. Gerçekte bu kongrelere genellikle, İTC taşra örgütünün davetli, ama seçilmemiş memurları gidiyordu.
1918’in 28 Aralık’ı ile ve Müslüman niteliğini ve anayurtla birleşik kalma kararlılığını ilân edeceklerdi. Anadolu kentlerinde “Müdafaa-i Hukuk” örgütleri genellikle Müslüman toprak sahipleri ve tüccarlarından destek görüyordu. Bu kişilerin birçoğu, devlet ihaleleri yoluyla ve sürülmüş ya da göç etmiş Yunanlıların ve Ermenilerin topraklarını, taşınmazlarını ve işlerini, hemen hiçbir şey ödemeden devralmak suretiyle zenginleşmişti. Bu nedenle Yunanlıların ve Ermenilerin hak iddialarına karşı koymak için çok güçlü bir saikleri vardı. “Müdafaa-i Hukuk” topluluklarının önderleri genellikle yeraltı direnişine de iştirak ediyorlardı. Bu model, Kasım 1918 ile Haziran 1919 arasındaki yıllarda Anadolu ve Trakya’nın her tarafında görülebilir.
/../
Osmanlı ordusu yenilgiler, salgın hastalıklar ve firarlar yüzünden tükenmiş haldeydi, ama yine de bir varlığı vardı. Ordunun komuta yapısı henüz sağlamdı ve önde gelen subayların hemen hepsi –mesleklerinde geçen on yıl içinde yükselmiş olan Jön Türk subayları– yek vücut direnişi destekliyorlardı. Askerlerinin silah bırakmasını ve terhis olmalarını gizlice engellemişler ve bölgesel direniş örgütlerine gizlice silah ve mühimmat temin etmişlerdi. Öyle bile olsa, Anadolu’nun çoğunda ordunun gücü etkili değildi. Trakya, Boğazlar bölgesi ve tüm Batı Anadolu, 804 kilometrelik bir kıyı hattı boyunca dağılmış 35 bin civarında askere sahipti ve birçoğu İtilaf devletlerinin denetimindeki bölgelerde bulunuyorlardı. Düzenli ordu birlikleri öylesine zayıftı ki milliyetçiler Yunan işgalcilerine karşı direnmek için 1921’e kadar Türk ve Çerkes çetelerine bel bağlamak zorunda kalmışlardı. Bu çeteler sürekli akınlarla Yunan ordusuna hayli rahatsızlık verebilirlerdi ve verdiler de, buna rağmen bunlar tayin edici bir etken olamayabilirlerdi.
Türk aydını, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır
İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: "Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura 'Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben 1 ". Bu parçalanışın başka bir. milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris sergisindeki aptalca hayranhğıyla başlayan bir dramın son perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınlan bir hıyanet psikozu içindedir.. Bu bir alınyazısı mı? Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur? Elbette, imparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimattan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır, "frengi hastalığı" na, ama yine de halk. Babıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır; o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimaî zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.
Bilgi tehlike ile ölçülür
Padişah: Bilgelik dedin ha. Sen bilgin misin yoksa? Hangi bilginin peşindesin?”
Casus: Evet, çok şey bilirim. Limanlarınıza girip çıkan gemilerin ne yük taşıdığını, yaptığınız gizli anlaşmaları, idareniz altında olan milletlerin isyana eğilimlerini, depolarınızdaki barutun miktarını, toplarınızın sayısını, her şeyi, her şeyi bilirim.
Padişah: Bre melun, sen bana bilgin olduğunu söyledin. İnsan bu anlattıklarını bilmekle hiç bilgin olur mu?
Casus: Sizin bilginleriniz ne bilirler?
Padişah: Müneccimlerimiz ilanı harp ve sünnet için uygun zamanı bilirler. Şeyhler gayb âlemine mahsus sırları, medrese âlimlerimiz neyin günah neyin sevap olduğunu bilirler.
Casus: Yüce padişah, eğer bu saydığın bilginler sadece anlattığın şeyleri biliyorlarsa onların pek fazla bir şey bildikleri söylenemez. Çünkü bilgi tehlike ile ölçülür. Bilgi doğru olmak zorundadır. Bilgin, hata yapmaktan ölümden korkar gibi korkmalıdır, sizin bilginleriniz hata yapmaktan korkarlar mı?
Padişah: Doğrusu bundan pek emin değilim.
Casus: Müneccimleriniz ve hocalarınız bir hata yaptıklarında cezaya çarptırılırlar mı? Hata yapmaktan korkmuyorlarsa belki de hatanın cezasından korkuyorlardır.
Padişah: Hayır, onlar cezaya çarptırılmaz, onlara saygı duyarız.
Casus: Öyleyse onların doğru düşünmeleri için yeterli şart yok demektir. Çünkü onlar doğru düşünseler de düşünmeseler de nasıl olsa saygı göreceklerini, tehlikeye düşmeyeceklerini bildiklerinden hatadan korkmazlar. Ama mesela tüccarlar öyle mi? Tüccarlar doğru düşünmedikleri anda iflas ederler. Benim gibi casuslar da hata yaptığında yakalanıp asılırlar. İşte bu yüzden, hata yaptığı anda servetini ve canını kaybedebilecek olmayan insanların fikrine güvenilmez. Çünkü malı, canı, sevdikleri tehlikede olmayan biri doğru düşünemez. Bilgi tehlike ile ölçülür dediğimde kastettiklerim bunlardı.
"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu."
Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."
Doğu, Reform, Hükümsüzleştirilmeyi Göze Almak
Bu gezegende Doğu'yu seçmek demek, bitmez tükenmez reformaların saldırısına maruz kalmak, hükümsüzleştirilmeyi göze almak demektir.
Hırsızdan Gizli Örgüt Üyesi Olmaz
Hanefi Avcı, Fethullah Gülen Cemaati'ne bağlı polislerin ve onlarla işbirliği içinde bulunan savcıların, "düzmece" örgütler kurduklarım, Devrimci Karargâh Örgütü'nün de böyle bir örgüt olduğunu; Emniyet Genel Müdürleri Celal Uzunkaya ve Mustafa Gülcü ile Ankara İl Emniyet Müdürü Orhan Özdemir'e, Emniyet Genel Müdür Yardıması Emin Arslan'a da benzer şekilde hileli soruşturmalarla komplo kurulduğunu öne sürmüştü.
Bu değerlendirmesine gönülden katılıyorum. Bugüne kadar yaklaşık 4000 siyasi zanlının sorgusuna katıldım, izledim, operasyonlarına şahit oldum. Hiçbir sol örgüt (Marksist anlayışları gereği), mala karşı suç işleyen kişilerle, değil örgüt kurmak, herhangi bir ilişki bile kurmaz. Çünkü hırsızlar, dolandırıcılar, küçük bir menfaat karşılığında, gizli örgüt üyelerini de çabucak ele verirler.
Felsefesizliğinin Nedeni
Sanırım, verdiğim açıklamalardan Jön Türklerin yalınkatlığının kendi iradeleri dışında çalışan bazı tarihsel yapısal unsurların ürünü olduğu açıkça ortaya çıkmaya başlamıştır. Çok yaygın bir kanıya göre, Osmanlı İmparatorluğunda felsefeyi ulema gemlemiştir. Fakat felsefesizlik, aslında, Osmanlı devlet yapısına ve işlevlerine, bürokratik dünya görüşüne, İngilizce deyimiyle, “bir eldiven gibi” uyan bir özellik değil miydi? Ortaya çıkan sorunları “devletin çıkarı” açısından değerlendirmek de, Ulema’nın baskısı kadar felsefeyi mahkûm eden bir unsur olmamış mıdır? Bu sorunun cevabının “Evet” olduğunda şüphe yoktur. Öyleyse, birden çok felsefesizlik kökeni olduğuna göre, felsefeyi boğan “gerçek suçlu”yu aramak da anlamsız oluyor. Ne var ki Osmanlı toplumunun Batı’da belirli bir tarihte ortaya çıkan spekülatif tarzdaki düşünceye yer vermemekle birlikte, belki Batı’daki kadar etkin fakat konulara bambaşka bir açıdan bakan bir düşünce sistemine sahip olduğu da güvenle ileri sürülebilir.
Bu düşüncenin belirgin özelliklerinden biri, kısa vadeli, pratik, “devlet için geçerli” çözüm yolları aramasıdır. Bu özellik, etkinliğini bugün de devam ettirmektedir. Halkımız arasındaki mantık da bundan farklı değildir. “İşe yarayan adam”, pratik hal çareleri öneren kişidir. Böylece, Türkiye’de “felsefesizlik”, çağdaş zamanlarda yalınkat bir pragmatizm şeklinde gelişmiştir.
Felsefî spekülasyon Geleneği
Bir felsefî spekülasyon geleneği bulunmayan ülkeler için “büyük düşünürler” üzerine bina edilen bir anlatım, açıklayıcı gücünü yitirir.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı şeriat devleti miydi?
Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve devlet arasında hiçbir fark gözetmediği fikri eskiden kabul görürken, modern araştırmalar, Osmanlıların din ve siyaseti, en azından uygulamada, belli ölçülerde ayırdıklarını belirtme eğilimindedir. Şeriat kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürmesine karşın, 18. yüzyıla gelindiğinde, uygulamada, aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin sınırları içerisine hapsolmuş durumdaydı. Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, Sultanlar’ın örf ya da kanun denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı.