Türü
Roman
Sayfa Sayısı
312
Baskı Tarihi
Ekim 2010
Yazılış Tarihi
1969
ISBN
978-975-273-154-7
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Sevengül Sönmez
"Kurtlukta düşeni yemek kanundur" korkusunu her an enselerinde hissederek yaşayan köşeye kıstırılmış, kendileriyle ve geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla hesaplaşan insanları anlatıyor Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda. Cumhuriyetin en bunalımlı dönemlerinden biri olarak değerlendirilen "İzmir Suikasti" olayına karışan ve karıştırılanların dramı olarak da okunabilecek roman, İttihatçılar arasındaki iktidar kavgasını ve tasfiye sürecini de acımasız bir yalınlıkla ve özeleştiriyle ortaya koyuyor.
Esir Şehir Üçlemesi'nde taşıdığı umudu Yol Ayrımı'nda yitirmeye başlayan Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda mücadelenin kime ve neye karşı yapıldığının pek de öneminin kalmadığı günleri "hayal kırıklığını satır aralarına gizleyerek" ustalıkla betimliyor.
Faşizm böyle bir şey...
"Bu 1926 kurban bayramını başka bayramlara benzetmesin! Benim gördüğüm, bu kez koç yerine adam kurban edilse gerek ve de pek çok adam kurban edilse gerek" dedi.
— Yok canım... Halt etmiş... Çiğ yemeyince...
— Hele şuna... Çiğine pişmişine bakan mı var? Nice vezir konakları, paşa evleri, tüccar ardiyeleri basılmaktaymış, hey yavrum! Samatya'daki Sünbülî dergâhı basılmış, kurban olduğum... Unkapanı'ndaki Sazlı dergâhı basılmış... Şehremini'nin Salı tekkesini basmışlar, dinsiz farmasonlar, hiç günah dememişler. Gitmişler bizim Bindede dergâhını basmışlar, kötü karı evi basarcasına... Üsküdar'ın Özbekler'i basılmış, ayrıca Şeyhî Ata Efendi hazretlerinin evi aranmış dipten doruğa... Molla Güranî tekkesinde, fazladan, aklı yok bir dervişi ileri geri söylendi diyerek sopalamışlar ki, Allah yarattı dememişler. Ayrıca, Halvetiyeler basılmış, Şabaniyeler basılmış, ermişler sultanı Nakşibendi efendimizin nakşiyeleri bile, basılmış delidamları gibi...
— Bizim şirketler de basılmıştır öyleyse... Allah vere defterleri, kâğıtları berbat etmeselerdi.
— Şirketlere bir şey demedi Niyazi... Dur hele... Bunlar gâvur desem... Hayır... Fukara gâvurlar da kurtulamamakta bu firavunların pençesinden...
— Hangi gâvurlar?
— Tüm tekkelerimizi basmakla kudurganlıkları basılmamış, bunların... Gitmişler, Beyoğlu'nun Fransız hastanesini, ingiliz hastanesini de basmışlar. Ayrıca Rum hastanesi, Bulgar hastanesi de basılıyor. Aklım ermedi, neyin nesi?..
Sayfa Sayısı
190
Yazılış Tarihi
1930
ISBN
978-975-10-3118-1
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Bence, Refik Halit’in affı kararı üzerinde bu içli yazılarının tesiri büyük olmuştur. Atatürk’ün bunları okuyup duygulandığını yakından biliyorum. Fakat, birkaç zamandır gönlünde beslemekte olduğu bu af arzusunun nihayet kanuni bir şekilde uygulanmasına yol açan yazı –buna bir eser de diyebiliriz- öyle sanıyorum ki, Refik Halit’in Deli adlı küçük bir komedya kitabıdır.Atatürk, hiçbirimizin görmediği bilmediği bu eserciği nereden bulmuştu ve ona kim göndermişti hatırlayamıyorum.
Baştan taşkın alametifarikaların izalesi
Ayten - (soldaki kapıdan girer) Bonjur Büyükbaba!
Maruf Bey - Maşaallah benim hanım kızım! Şebnur'u çağırıyordum da...
Ayten - Bir şey mi isteyeceksiniz? Ben yapayım.
Maruf Bey - Bir sade kahve söyleyecektim...
Ayten - Yoo, Büyükbaba! Ben size sade kahve tavsiye edemem!
Maruf Bey - O da neden yavrum?
Ayten - Bilirsiniz ki; kahvenin bileşiminde kafein vardır, kafein uyarıcıdır, kalp üzerinde etkilidir, yaşlılara zarar verir, atardamarları kastığı gibi sinirleri de yorar.
Maruf Bey - Peki, içmem... (biraz daha içeri girer ve yavaş yavaş salona alışır, yerleşir) Sen bunları tifodan yattığın zaman mı öğrendin?
Ayten - Ben tifoya tutulmadım ki...
Maruf Bey - Ya! Saçların yeni uzuyor da ben tifoya tutulmuşsun sandım.
Ayten - Hayır; saç kesmek şimdi modadır. Bugünkü beşeriyet kadınla erkeğin arasında, baştan taşkın bir alametifarika istemiyor.
Maruf Bey - Acayip... Erkekler de kadınlara benzemek için öyle taşkın alametifarikaları izale mi ediyorlar?
Ayten - Oo... Büyükbaba!
Maruf Bey - Yani sakallarını bıyıklarını kaldırıyorlar mı?
Ayten - Elbette. Bugün erkekler sakallı bıyıklı değildirler. Babama bakmadınız mı?
Maruf Bey - Baban zaten biraz köseydi. Ben yaşlandıkça köseliği artmış sandım.
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
712
Baskı Tarihi
2010 Mayıs
Yazılış Tarihi
1968 Mart
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Dursun Çimen
Neden Altını Çizdim?
Beyrut'ta eğlenmek için İtalyan işçisi kılığına giren bir Atatürk'ün bu hareketinin yüceltilecek bir tarafı var mı gerçekten?
İtalyan işçisi kılığında eğlenen bir Atatürk!
Mustafa Kemal Şam’a 5 Şubat 1905’te tayin edilmişti. Hemen gitmeli idi. Deniz yolu ile Beyrut’a varınca arkadaşları ile buluştu. Beyrut, İstanbul gibi, İzmir ve Selânik gibi, Hristiyan ve yabancılı olduğu için yaşanabilecek dört Osmanlı şehrinden biri idi. Tanzimat’tan beri Hristiyanlar şeriatçı idare baskısından kurtulduklarından tam batıkâri ömür sürüyorlardı.
Şam’da otuzuncu süvari alayına verilen Mustafa Kemal görevinde ve hizmetlerinde rahattı. Daima güzel giyindiği üniforması içinde gururlu ve şerefli idi. Askerine örnek bir eğitim veriyordu. Ancak Şam taassubun hükmü altındaki bütün Şark şehirleri gibi, bir hayat zindanıdır. İnsan işinden çıkınca, birkaç kişi ile buluşup içmekten başka bir şey yapamaz. Mustafa Kemal de askerliğini kıtasında bırakıp evine doğru yola çıkınca, akşam ezanı ile beraber sönen, tünenmiş kümesler hüznü bağlayan şehir, ışıksız, sessiz, gurbetin bütün acılarını duyuran bir hapise dönmüştür. Bu ölü toplumu dürtmek, sarsmak, parçalamak, evleri boşaltmak, sokakları şarkılar, gülüşler ve şenlikler içine boğmak ister. Kalebent toplumun zindanından omuzları üstüne çöken baskıdan silinmek ister.
Bir akşam yine evine dönüyordu. Bir sokaktan geçerken kulağına mızıka sesi geldi. Ses gelen tarafa doğru yürüdü. Bu, pencereleri kâğıtla kapanmış bir kahve idi. Kapısını hafifçe araladı. Hicaz demiryolunda çalışan İtalyan işçileri, karıları ve kızları ile mandolin çalıyorlar, türkü söylüyorlar, şarap içiyorlar ve oynuyorlardı. Hepsi işçi kılığında idiler. Derin bir iç çekişi ile baktı. Hayat, bu kâğıtla örtülü pencerelerin arkasında, lâmba isi ve tütün dumanı arasından güç seçilen bu insanların neşesinde idi. Hemen girip içlerine katılacaktı ama, bir esvabına bir kalabalığa baktı, yapamadı, ertesi günü bir işçi esvabı satın alarak ara sıra bu kahveye gelmeyi, onların eğlence ve şarkılarından canlanmayı âdet etti.
Mustafa Kemal’e göre de her şey hürriyete kavuşmaya bağlı idi. Askerlik görevini yapmakla beraber bir yandan da siyasî çalışmalara ve telkinlere başlamıştır.
Neden Altını Çizdim?
Bu satırları okurken ister istemez son samuray filmini hatırladım.
The Last Samurai
Japonlar dinlerini ve milletlerini muhafaza etmek şartıyla batı medeniyetine girdiler.Bu sayede her hususta avrupalılara yetiştiler. Japonlar böyle yapmakla dinlerinden,milli harslarından hiç bir şey kaybettiler mi? Asla! O halde biz niçin tereddüt ediyoruz?
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
64
Baskı Tarihi
1963
Yazılış Tarihi
1918
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Bu kitap, Gökalp’in en temel konulardaki fikirlerini söylediği önemlieserlerinden biridir. Onun fikir dünyasına girişi bu eser ile yapılmalıdır. 21. yüzyılı yaşadığımız şu günleri (de) anlattığı bu küçük hacimli eser içinde serdedilen fikirlerden neredeyse mazide kalmış olanı yoktur. 100 sene öncesinin aydını olarak Gökalp bizim gündemimizi konuşmaktadır.
Üç cereyan da hakikî ihtiyaçlardan doğmuştur
İslamlaşmak fikrinin mürevvici "Sırâtı Müstakim", "Sebilürreşad", Türkleşmek fikrinin mürevvici "Türk Yurdu" mecmualarıdır. Dikkat olununca (modernleşme ile beraber) bu üç cereyanın da hakikî ihtiyaçlardan doğmuş olduğu görülür.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Tarihi
2000
ISBN
975-7462-94-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen "Yaşadığım Gibi" yazarın, şair, hikayeci - romancı ve edebiyat tarihçisi olarak millî kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.
Neden Altını Çizdim?
Ahmet Hamdi Tanpınar acaba Serdar Ortaç'ı dinleseydi ne derdi?
Türk musikîsi böyle bir akıbete hiç de lâyık değildi
Türk musikîsinin son zamanlardaki talii çok gariptir; bir bakıma göre, bu musikî cemiyetimiz içinde bu derecede geniş bir yayılma devrini hiç tatmamıştır. Tanzimat'a gelinceye kadar daha ziyade hususî vasıtalarda inkişafını yapan bu musikî, bilhassa Abdülaziz devrinden itibaren kahvelere girerek yayılmış, daha sonraları gramofon ve radyo vasıtasiyle halk arasında mutlak bir inkişaf yapmıştır. Bu suretle hitap ettiği zümrenin genişlemesi ile kazandığı rağbete mukabil kendisini tutan zevk seviyesinin karışık olması ve düşüklüğü dolayısıyla mahiyetini ve asaletini gitgide kaybetmiştir.
Kendisiyle meşgul olacak, sanatkârını yetiştirecek, zevk seviyesini muayyen bir hadde tutacak bir müesseseden ve himayeden mahrum olan her san'at için bu akıbet tabiîdir.
Şimdi. İstanbul bahçelerini ve bütün memleket peyzajını zaman zaman zevksiz ve seviyesiz bir neşe veya âdeta mihaniki bir melal ile dolduran ve bir kaç mevsim her zevk sahibini rahatsız ettikten sonra yerini kendinden daha korkuncuna terkedip kaybolan o tatsız, tutsuz moda şaheserleri, onları birbiri ardınca vücuda getiren ustaları, fazla rağbet uğruna dünyanın en asıl san'at ananelerinden birini en değersiz bir seviyede devam ettiren muganni ve muganniyeleri, bestkârlanyla bu san'at, ancak ârâzındaki şiddete hayret edilebilecek bir inkırazı göstermektedir.
Nadiren yetişen bazı muvaffak eserler bu umumî manzara içinde kendilerini gösteremeden kayboluyor, üstelik imkân verilse hakikaten bir yıldız olacak saz ve ses istidattan da kendilerini feda edilmiş görüyorlar.
Halbuki Türk musikîsi böyle bir akıbete hiç de lâyık değildi. O, büyük bir cemiyetin, çok sıhhatli bir hayat aşkının ve derin, huzursuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için sabırsızlanan bir ruhun mahsulüydü. Onu asırlar boyunca bütün bir zevk, hayatı bizden başka zaviyelerle gören, fakat her san'atın gayesi olan büyük zirveleri hedef olarak seçmiş, incelmiş, emsalsiz bir mücevher gibi yontulmuş, nadide bir zevk vücuda getirmişti. Buna rağmen böyle oldu ve bizi yapan, mazideki benliğimizi vücude getiren büyük isimler, büyük eserler ya kayboldular, veyahut da çözülmez birer bilmece haline geldiler.
Şimdi onu kendi cevherinde görmek ve tanımak istiyenler âdeta arkeolojik zahmetlerle üzerindeki tufeylî yığınını kaldırmaya, zaman ve ihmal tozunu silmeye, yani, daha doğrusu bu arzudan vazgeçmeye mahkûmdur.
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-00125-1-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Halil Açıkgöz
Bu kitabın yazarı aslında Halil Açıkgöz ancak altını çizdiğimiz tüm satırlar Cemil Meriç'e ait olduğundan yazarı Cemil Meriç olarak girdik.
Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.
Esasen Türk Tiyatrosu diye birşey yok. Bizde tiyatro yok. Yapılanlar ve yazılanlar Batı'nın birer taklidi. Roman olmadığı gibi, tiyatro da yok bizde.
Batı'da tiyatro kiliseden çıkmıştır. Kiliseden, yani hıristiyanlıktan. Papazlar câhil halka İsa'yı, doğumunu anlatabilmek için bazı vâsıtalara, gösteri vâsıtalarına baş vurmuşlar. Oradan çıkmış. Yerini, zamanla, bütün diğer sahalarda olduğu gibi drama bırakmış. Yani tezatlara.
Bizde tiyatronun ne dinde yeri var ne örfte, âdette. Orta oyunu ise bir eğlence vâsıtasıdır. Makbul görülmemiş oyuncular, hâlâ da öyle. Kızımı bir tiyatrocu istese vermem şahsen. Hakîr görmek değil bu benimki. İnsan olarak ancak nazarımda bir değeri vardır; ama o kadar.
Tiyatro ve tiyatroculuk, Avrupalılaşmış zümrenin tutkusu. Kendi rezaletlerini, fuhşiyâtını ve zinalarını görüyorlar, seyrediyorlar. Halk pek îtibar etmemiştir.
Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.
19 Temmuz 1977
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir."
Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."
Hukuk
Tanzimat'ın temel kanunları Batı hukukundan tercümedir. 1850 Ticaret Kanunnamesi Fransız Code commercial'inin, 1858 Ceza Kannunamesi Fransız Code criminel'inin çevirileridir. Bunlardan birincisi, faizi yasallaştırmanın yanısıra, İslam hukukunda yeri olmayan sınırlı sorumlu tüzel kişilik (anonim şirket) ve kambiyo senedi kavramlarını Türk hukukuna kazandırmıştır.
1863 Ticaret-i Bahriye Kanunnamesi, Fransa, Prusya ve Holanda deniz ticaret yasalarından yararlanarak hazırlanmıştır. 1879 ve 1881'de kabul edilen Ceza ve Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunları, Fransa'dan alınmıştır. CMUK, Türk hukukuna ilk kez kamu adına kovuşturulan (kişisel şikayete bağlı olmayan) suç kavramını ve savcılık müessesesini getirmiştir. HMUK ise, şeriye mahkemelerine ait olmayan davalarda kadın ve erkeğin muhakeme usulü açısından eşitliği ilkesini kabul etmiştir.
Yasama meclisi, vatandaşlık hakları, basın özgürlüğü gibi birtakım kavramları Türk devlet hayatına dahil eden 1876 Kanun-u Esasisi de şer'i hukuka değil, Fransız anayasa geleneğine dayanır.
Özetlemek gerekirse, Cumhuriyetin, ceza, ticaret, idare ve anayasa hukuku reformlarıyla yürürlükten kaldırdığı şey İslam hukuku değil, Osmanlı reformunun Avrupa'dan aktarmış olduğu hukuktur. Sözü edilen alanlarda "şeriat" şayet herhangi bir devirde uygulanmış ise, 1850'lerden itibaren bu durum sona ermiş bulunmaktadır.
Sadece medeni hukuk alanında, Osmanlı reformu şer'i hükümleri esas almaya devam etmiştir.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir."
Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."
Batılılık
Paris ve Londra'da geçirilen birkaç yılın, "Batı tipi" devlet okullarında okumaya oranla, çağdaş Batı uygarlığının değer ve
kurumlarını özümsemekte daha etkili bir deneyim olacağı kabul edilmelidir. Yukarıdaki tablodan, Osmanlı sadrazamlarının Genç Türklere oranla "Batılı dünya görüşüne" daha açık oldukları sonucu çıkmaktadır.
İkinci düzeydeki siyasi şahsiyetleri bir yana bırakıp sadece "lider"leri ele alacak olursak, aradaki fark daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar.
Tanzimat döneminin üç büyük siyasi önderinin (Mustafa Reşit, Âli ve Fuad Paşalar) üçü de altışar yılı aşkın sürelerle Avrupa'da yaşamışlardır.
Birinci Meşrutiyetin siyasi lideri Mithat Paşa altı ay kadar Avrupa'da bulunmuştur.
Talat ve Cemal Paşalar, iktidarı kesinlikle ele geçirdikleri 1913 yılından önce yurt dışında bulunmamışlardır.
Enver ise 1909'da üç ay kadar Berlin'de askeri ataşelik görevinde bulunmuştur.
Mustafa Kemal Paşa yaşamı boyunca toplam üç kez Batı ülkelerini ziyaret etmiştir:
1910: Picardie manevralarında Türk ordusunu temsilen (süre belirsiz – birkaç gün)
1917-18: Veliahdın maiyetinde resmi Almanya ziyareti (20 gün)
1918: Viyana ve Karlsbad kaplıcalarında tedavi (birbuçuk ay)
Paşanın 1913-14'te bir yıl askeri ataşe olarak bulunduğu Sofya'yı bir Batı kültürel merkezinden ziyade, bir Balkan taşra kasabası (1910 nüfusu: 102.000) olarak değerlendirmek daha doğru olur.
İsmet İnönü, yaşamında ilk kez Lausanne görüşmeleri münasebetiyle yurt dışına çıkmıştır. Celal Bayar'ın 1937'de başvekâlete gelişinden önce yurt dışında bulunduğuna ilişkin bir kayıt yoktur.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Tarihi
2000
ISBN
975-7462-94-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen "Yaşadığım Gibi" yazarın, şair, hikayeci - romancı ve edebiyat tarihçisi olarak millî kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.
Sükunetten Şahlanmış Ata
Yıldızlı saçağı, oymalı pencere pervazını taşa nakletmekle, taşla yapılan tezyinatı alçı veya betona nakletmek arasında fark yoktur Böyle bir şey yapabilmek için ilk devirlerin safiyeti, hatta inşa ve tezyinat usûllerinin dinî bir hüviyet sahibi olması lâzımdı. Taşın salâbeti ister istemez başka bir nizamda bir düzenleme, süs ve çalışma isteyecekti.
İşte Tanzimat İstanbul'a devlet eliyle bu karışık anlayışı getirdi. Bunların içinde Aziz devrinin cephesi greko-romen taklidi karakollarıyla, Taksim'deki yıkılan kışlanın Endülüs usûlü kule ve pencereleri, Kuleli mektebinin Venedik sarayı tarzı dikkat edilecek noktalardır.
Böylece iç avluya veya bahçeye açılan geniş kemerli kapı yerine, iki taraflı, geniş sahanlıklı merasim merdivenini almakla, sütunu iç revak yerine cephede kullanmakla bir zevkin hudutlarından öbürüne geçmiş oluyorduk. Gerçekte ise bu zevk değişikliği İkinci Mahmud'un şahlanmış at üstünde resmini yaptırdığı gün başlar. Çünkü eski merasimde şahlanmış at yoktur, hatta hareket yoktur. Sükûn ve sükûnet vardır. Avludan divan ve sofaya geçilir, orada sakin, vakur baş eğilir. Saçak
öpülür, konuşulurdu. Ferman, hutbe gibi minberden okunurdu. Şimdi ise hükümet konağının veya kışlanın önünde toplanılacak, içeriden merasim elbiseleriyle devleti temsil eden şahıs çıkacak, yüksekten kalabalığa hitap edecekti. Bu bastonun, merasim kılıcının, ayakta karşılama ve kabulün binasıydı.