Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
326
Baskı Tarihi
2014
Yazılış Tarihi
2014
ISBN
978-605-9908-32-0
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kırmızı Kedi Yayınevi
Editörü
Tunca Arslan
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Başkanı Sabri Uzun'dan, uzun süredir beklenen kitap... İN, Emniyet'te 40 yıl görev yapan bir İstihbaratçının, teşkilat içinde yuvalanan Cemaat'le yüzleşmesini, mücadelesini, kurulan tuzak ve komploları anlatan, Türkiye gündemini sarsacak bir çalışma...

Hırsızdan Gizli Örgüt Üyesi Olmaz

Hanefi Avcı, Fethullah Gülen Cemaati'ne bağlı polisle­rin ve onlarla işbirliği içinde bulunan savcıların, "düzmece" örgütler kurduklarım, Devrimci Karargâh Örgütü'nün de böyle bir örgüt olduğunu; Emniyet Genel Müdürleri Celal Uzunkaya ve Mustafa Gülcü ile Ankara İl Emniyet Müdürü Orhan Özdemir'e, Emniyet Genel Müdür Yardıması Emin Arslan'a da benzer şekilde hileli soruşturmalarla komplo kurulduğunu öne sürmüştü.

Bu değerlendirmesine gönülden katılıyorum. Bugüne kadar yaklaşık 4000 siyasi zanlının sorgusuna katıldım, izledim, operasyonlarına şahit oldum. Hiçbir sol örgüt (Marksist anlayışları gereği), mala karşı suç işleyen kişilerle, değil örgüt kurmak, herhangi bir ilişki bile kur­maz. Çünkü hırsızlar, dolandırıcılar, küçük bir menfaat karşılığında, gizli örgüt üyelerini de çabucak ele verirler.


Baskı Sayısı
1. Baskı

Şerif Mardin

İletişim Yayınları

Felsefesizliğinin Nedeni

Sanırım, verdiğim açıklamalardan Jön Türklerin yalınkatlığının kendi iradeleri dışında çalışan bazı tarihsel yapısal unsurların ürünü olduğu açıkça ortaya çıkmaya baş­lamıştır. Çok yaygın bir kanıya göre, Osmanlı İmparatorlu­ğunda felsefeyi ulema gemlemiştir. Fakat felsefesizlik, aslında, Osmanlı devlet yapısına ve işlevlerine, bürokratik dünya görüşüne, İngilizce deyimiyle, “bir eldiven gibi” uyan bir özellik değil miydi? Ortaya çıkan sorunları “devletin çıkarı” açısından değerlendirmek de, Ulema’nın baskısı kadar felsefeyi mahkûm eden bir unsur olmamış mıdır? Bu sorunun cevabının “Evet” olduğunda şüphe yoktur. Öyleyse, birden çok felsefesizlik kökeni olduğuna göre, felsefeyi boğan “ger­çek suçlu”yu aramak da anlamsız oluyor. Ne var ki Osmanlı toplumunun Batı’da belirli bir tarihte ortaya çıkan spekülatif tarzdaki düşünceye yer vermemekle birlikte, belki Batı’daki kadar etkin fakat konulara bambaşka bir açıdan bakan bir düşünce sistemine sahip olduğu da güvenle ileri sürülebilir.

Bu düşüncenin belirgin özelliklerinden biri, kısa vadeli, pratik, “devlet için geçerli” çözüm yolları aramasıdır. Bu özellik, etkinliğini bugün de devam ettirmektedir. Halkı­mız arasındaki mantık da bundan farklı değildir. “İşe yarayan adam”, pratik hal çareleri öneren kişidir. Böylece, Türkiye’de “felsefesizlik”, çağdaş zamanlarda yalınkat bir pragmatizm şeklinde gelişmiştir.


Baskı Sayısı
1. Baskı

Şerif Mardin

İletişim Yayınları

Jön Türkler ve Fikri Derinlikleri

Şunu hemen ifade edelim ki, 1895-1908 yılları arasında söz konusu mücadeleyi yapmış olan kimselerin, bugün üzerimizde silik birer hayalet etkisi bırakmalarının sebebini bizzat fikirlerinin yalınkatlığında aramak gerekir. Jön Türklerin hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koymamıştır. Jön Türkler siyasî fikir boşluklarını iki şekilde kapatmaya çalışmışlardır. Bir yandan kendi devirlerinde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin “popülarize” edilmiş şekillerinin etkisi altında kalmışlar ve büyük teorisyenlerle halk arasında aracı rolünü oynayan ikinci derecede düşünürlerin gönişlerini kendi fikirlerine intikal ettirmişlerdir. Tarde gibi büyük bir sosyolog göz önünde tutulduğu zaman, Le Bon’un fikirlerinin Jön Türk düşüncesindeki yeri bu davranışın karakteristik bir örneğini oluşturur. Öte yandan, Jön Türkler uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikâyet ettikten sonra Abdülhamit devrinde ihtilalci çevrelerin dışında geliştirilmiş bazı siyasî ve sosyal dünya görüşlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Jön Türklerde rastladığımız Türkçülük başlangıçları bunun tipik bir örneğini verir.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
501
Baskı Tarihi
2004
Baskı Sayısı
1. Baskı

"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu." 

Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."

Rus kültürü ve Batılı dünya görüşü

Theresa, Rus kültürünün daha halen toplum denilen soyutlamayı bireyden yüce tutan Aydınlanma öncesi ortaçağ dünya görüşünü yansıttığını savunurdu. Bunun böyle olduğunun bir göstergesi de, Avrupa'da toprağa bağlı kölelerin on beşinci yüzyılın ortalarında azat edilmiş olmalarına karşın, Rusların bu noktaya ancak üç yüzyıl sonra gelebilmiş olmasıdır. Rusya'da insan hakları meselesinin, çözümü şöyle dursun, gündeme dahi yeterince gelmiyor olmasını da Rusların bütünü parçalarından üstün tutmasına bağlardı. Rus insanının kendisinde bireysel yaşamını iyileştirme hakkını görmediğini; bu bağlamda, Bolşevik Zudin kadar, on dokuzuncu yüzyılın Romantik Panslavizmini diriltmeye çalışan Soljenitsin'in de, gelişmiş  Avrupa'nın geride bıraktığı bir düşünce sisteminin ürünü olduğunu anlatırdı.

Theresa'yı dinlerken, ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah'a bile vizyon yüklemeyen Batılı dünya görüşü doğrultusunda, aşk'ın da azgelişmişlik sınıfına giren bir yanılsama olarak değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Nitekim öyleydi; Theresa üzgündü ama aşk'ın bir anakronizm olduğunu itiraf etmek zorundaydı.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
501
Baskı Tarihi
2004
Baskı Sayısı
1. Baskı

"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu." 

Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."

Doğu, Reform, Hükümsüzleştirilmeyi Göze Almak

Bu gezegende Doğu'yu seçmek demek, bitmez tükenmez reformaların saldırısına maruz kalmak, hükümsüzleştirilmeyi göze almak demektir.


Türü
Roman
ISBN
978-975-05-0139-4
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Orhan Pamuk
Mütercimi
Leyla Soykut

Özgür İrade Mümkün müdür?

Tarih yalnızca gözlenebilen olaylarla meşgul olsaydı bu basit ve apaçık kanunu belirtmek yeterli olurdu; biz de sözümüzü bitirirdik. Ama tarihin yasası insanı ilgilendirir. Maddenin bir bölümü çekme ve itme ihtiyacını hiç de duymadığını, bunun doğru olmadığını bize söyleyemez; tarihin konusu olan insan ise açıktan açığa, ben özgürüm, bu nedenle yasalara tabi değilim, der. İnsanın özgür iradesi sorunu, ifade edilmemiş de olsa tarihin her adımında hissedilmektedir. Bütün ciddi tarihçiler ister istemez bu sorunu hissetmiştir. Tarihin çelişkileri, belirsizlikleri üzerinde yürüdüğü yanlış yol, sırf bu sorunun çözülmemiş olmasından ileri geliyor.

Eğer her insanın iradesi özgürse, yani herkes canı istediği gibi hareket edebiliyorsa, bu, bütün tarihin bir sıra rastlantıdan ibaret olduğu anlamına gelir. Eğer milyonlarca insandan bir teki bile bin yıllık bir dönem içinde serbestçe, yani canı istediği gibi hareket etmek imkânını elde edebilmişse, açık ki bu adamın yasaya aykırı tek bir hareketi bütün insanlık için her türlü yasanın varlığı imkânını ortadan kaldırır. Eğer insanların hareketlerini düzenleyen bir tek yasa dahi varsa özgür irade olamaz, çünkü o zaman insanların iradesi bu yasaya tabi olacaktır.

Eski zamanlardan beri insanlığın en değerli zekâlarını meşgul eden ve en eski zamanlardan beri bütün görkemiyle ortaya konan özgür irade sorunu bu çelişkide kendini göstermektedir. Mesele şu: Dinî, tarihî, ahlâki, felsefi, hangi bakımdan olursa olsun bir gözlem konusu olarak ele alınca, bütün varlıklar gibi insanın da tabi olacağı zorunlu yasalarla karşılaşırız. Ve buna bilinçle bakınca kendimizi özgür hissederiz. Bu bilinç akla bağlı olmayan, apayrı bir kendini bilme kaynağıdır. İnsan akılla kendi kendini gözlemler ama kendini ancak bilinciyle bilir. Bilinçsiz aklın hiçbir herhangi bir gözlemi düşünülemez. Anlamak, gözlemek, yargıda bulunmak için insan önce kendisinin yaşayan bir varlık olduğunu bilmelidir. İnsan kendini ancak isteyen bir kimse olarak yaşayan bir varlık bilir, yani kendi iradesini idrak eder. Hayatının özünü teşkil eden iradesini ise insan ancak özgür bir irade olarak idrak edebilir. İnsan kendini gözlem altına aldığı zaman (gıda almak zorunluluğunu, zihinsel faaliyetini, neyi gözlerse gözlesin) iradesinin hep aynı yasaya göre hareket ettiğini görürse, bu sürekli davranışını yönlendiren iradenin sınırlandığını kavrayacaktır. Bir şey özgür olmasa, sınırlanmış olamazdı. İnsanın iradesi, ancak özgürce algılanabildiği için sınırlanmış gibi gelir kendisine. Ben özgür değilim, diyorsunuz. Oysa ben elimi kaldırıyor ve indiriyorum. Bu mantıksız yanıtın özgürlüğün çürütülmez bir delili olduğunu herhalde herkes görebilir. Bu yanıt bilincin akla tabi olmayan ifadesidir. Özgürlüğün algılanması akıldan ayrı, bağımsız bir kendini bilme kaynağı olmasaydı yargıya ve deneyime muhtaç olurdu, gerçekteyse böyle bir muhtaçlık söz konusu değildir. Deneyimler insana, bir gözlem konusu olarak belli bazı yasalara tabi olduğunu gösterir; insan bu yasalara boyun eğer ve onlarla savaşmaz. Ama aynı deneyim ve yargılar kendinde bulduğu tam özgürlüğün imkânsız bir şey olduğunu, her hareketin kendi bünyesine, karakterine ve özüne etki eden faktörlere bağlı olduğunu gösterir ona ama insan hiçbir zaman bu deneyim ve yargıların sonuçlarına boyun eğmez. İnsan taşın düştüğünü deneyim ve gözlemle öğrenince buna mutlak surette inanır ve öğrendiği bu yasanın her olayda uygulanmasını bekler. Ama iradesinin yasalara tabi olduğunu da aynı şekilde mutlak surette öğrense buna inanmaz, inanamaz. Deneyim ve muhakeme insana, aynı şartlar içinde, aynı karakterle daha önce yaptığının aynısını yapacağını kaç kez gösterirse göstersin, aynı şartlar içinde, aynı karakterle her zaman aynı şekilde sonuçlanan bir işe bininci kez girişirken, istediği gibi hareket edebileceği konusunda kendini yine eskisi gibi özgür zanneder. İlkel ya da gelişkin her insan, deneyimleri kendisine aynı şartlar içinde iki ayrı hareket düşünülemeyeceğini ne kadar reddedilmez bir şekilde kanıtlarsa kanıtlasın (özgürlüğün anlamını oluşturan) bu saçma algı olmaksızın hayatı düşünemeyeceğini hisseder. İmkânsız da olsa böyledir; zira özgürlüğün bu yorumu olmasa o hayatı anlayamayacağı gibi bir an bile yaşamazdı. Yaşayamazdı, çünkü insanın tüm eğilimi özgürlüğün çoğalması amacını güder. Zenginlik ve yoksulluk, ün ve bilinmezlik, yönetme ve yönetilme güçlülük ve zayıflık, sağlık ve hastalık, bilgi ve cehalet, çalışma ve aylaklık, tokluk ve açlık, erdem ve erdemsizlik, bütün bunlar özgürlüğün az veya çok derecelerde olması şartlarından başka bir şey değillerdir. Özgür olmayan insan ancak hayattan mahrum bir insan olarak düşünülebilir. Özgürlük kavramı bir yandan aklın tutarlılığı, bir yandan da nedensiz eylem gibi çelişkili yorumlara yol açıyorsa bu, ancak bilincin akla tabi olmadığını kanıtlar. İşte, herkes tarafından kabul edilen, hissedilen bu sarsılmaz, çürütülmez, deneyime ve yargıya tabi olmayan özgürlük bilinci (insanın, varlığı dışında hakkında hiçbir şey bilmediği şey) sorunun bir başka yanını oluşturur. İnsan, her şeyi bilen Tanrı'nın yarattığı bir varlıktır. İnsanın özgür bilincinden doğan "günah" nedir? İşte tanrıbilimin meselesi. İnsanın eylemi, istatistiğin belirleyebildiği genel, değişmez yasalara tabidir. Toplum karşısında insanın bu özgürlük bilincinden doğan sorumluluğu nedir? İşte hukukun meselesi. İnsanın eylemi, yaradılışından ve ona etki eden faktörlerden doğar. Vicdan ve özgürlük bilincinden doğan iyi ya da kötü davranışlar nedir? İşte ahlâkın meselesi. Ortak yaşama bağlı insan, bu yaşamı düzenleyen yasalara tabidir. Ama aynı insan, bu yaşamın yanında bir de özgürdür. Ulusların ve insanlığın geçmiş hayatına nasıl bakmalı? İnsanların özgür ya da kısıtlı eylemlerinin bir sonucu gibi mi? İşte tarihin meselesi. Ancak en güçlü cehalet aracının, yani basımın yayılması sayesinde bilginin herkes için anlaşılacak bir şekle sokulduğu kendini beğenmiş çağımızda özgür irade sorunu öyle bir şekle sokulmuş bulunuyor ki kendisi bir mesele olmaktan çıkıyor. Zamanımızda çağdaş denen insanların çoğu, yani bir cahiller güruhu, bütün meseleyi çözmek için onun bir yanıyla ilgilenen doğacıların işlerini ele aldılar. Ruh da, özgürlük de yoktur, çünkü insanın hayatı kaslarına bağlıdır, kaslarsa sinirlere; ruh da, özgürlük de yoktur, çünkü biz bilinmeyen bir devirde maymundan çıktık, diyerek fizyoloji ve karşılaştırmalı zooloji ile gayretle kanıtlamaya çalıştıkları yasanın binlerce yıl önce tüm dinler, tüm görüşler tarafından kabul edilmiş olduğunu, hatta hiçbir zaman inkâr edilmediğini asla akıllarına getirmeden söylüyor, yazıyor ve basıyorlar. Doğal bilimlerin bu konudaki rolünün yalnızca onun bir yanını aydınlatmaya hizmet etmekten ibaret olduğunu görmüyorlar. Çünkü gözlem bakımından akıl ve iradenin ancak zihnin salgısı (secretion) olması ve insanın, genel yasaya uyarak, ilkel hayvanlardan çıkarak gelişebilmesi, binlerce yıl önce bütün dinler ve felsefi tezler tarafından kabul edilen, insanın doğa yasalarına tabi olduğu gerçeğinin yeni bir yanını açıklar; ancak özgürlük bilincine dayanan soruna kıl kadar katkısı olmaz. Eğer insanlar bilinmeyen bir devirde maymundan çıktılarsa, bu, onların bilinmeyen bir zamanda bir avuç topraktan yaratılmaları kadar anlaşılır bir şeydir (birinci halde x zaman, ikinci halde soyun türeme şeklidir) insanın özgürlük bilincinin, onun tabi olduğu özgürlük yasasıyla ne şekilde birleştiği sorusu karşılaştırmalı fizyoloji ve zooloji ile halledilemez, çünkü kurbağada, tavşanda, maymunda biz ancak kas ve sinirleri gözleyebiliriz, insandaysa hem kas ve sinir, hem de bilinç vardır. Doğabilimciler ve onların bu sorunu çözmeyi düşünen takipçileri kilise duvarının bir tarafını boyamaya memur edilen ve şefinin yokluğundan yararlanarak aşırı bir gayretle pencereleri, kutsal resimleri, ahşap kısımları, henüz berkitilmemiş bölmeleri de sıvayan ve kendilerine göre her şeyin iyi gittiğine sevinen sıvacılara benzerler.


Sayfa Sayısı
720
Baskı Tarihi
2003
ISBN
978-975-05-0139-4
Baskı Sayısı
6. Baskı
Basım Yeri
istabul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
orhan pamuk
Mütercimi
leyla soykut

Elma ağaçtan neden düşer?

Elma olgunlaşınca düşer; niçin düşer? Ağırlığı onu yere doğru çektiği için mi? Sapı kuruduğu için mi, güneşten kızardığı, ağırlaştığı, rüzgâr onu sarstığı için mi, aşağıda duran erkek çocuk onu yemek istediği için mi? Sebep hiçbiri değil. Bütün bunlar sadece her türlü hayati, organik, içgüdüsel olayı doğuran şartların bir araya gelmesidir. Elmanın, dokusu bozulduğu için düştüğünü ileri süren bitki bilimci de, aşağıda duran, kendisi yemek istediği için elmanın düştüğünü, bunun için dua ettiğini söyleyecek bir çocuk kadar haklı olacaktır. Altı kazılmış milyonlarca pud ağırlığındaki bir dağın, son işçinin son kazmayı vurduğu için devrildiğini söyleyen kimse ne kadar haklı, ne kadar haksızsa, Napoléon'un, Moskova'ya gelmek istediği için geldiğini ve Aleksandr onun mahvını istediği için mahvolduğunu söyleyecek kimse de o kadar haklı ve o kadar haksızdır. Tarihî olaylarda büyük dediğiniz adamlar, adlarını olaya vermiş birer etiketten başka bir şey değildirler. Onların da, etiket gibi, olayın kendisiyle pek az ilgileri vardır. Onların, istenerek yapıldığını sandıkları hareketlerden hiçbiri tarihî anlamda istemli değildir, tarihin genel gidişine bağlıdır, çok önceden belirlenmiştir.


Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
364
Baskı Tarihi
2004
ISBN
9789750801761
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Yapı Kredi
"Beş Şehir"in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir."

Hiçbir şey alın teri kadar tatmin etmez

İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerinde kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne kadar güzel, ne temiz bir ahenkle işliyor! Sonra insanoğlu mesut olunca bütün varlık nasıl değişiyor, ölüme kadar her şey nasıl sevimli, cana yakın oluyor, hiçbir şey kendi alın teri kadar bir insanı tatmin edemez. Çalışan insan kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kainata nakleder. Hayatın biricik nizamı bu ahengin kendisi olmalıdır. Böyle olunca her şey değişir, peşinde koştuğumuz muvazeneyi buluruz. Şüphesiz bugünün büyük meseleleri var. Fakat hiçbiri kanla halledilemeyecek, insan ruhu kendi gerçeklerine erişene kadar bu acıyı çekecek. 


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
187
Baskı Tarihi
1997
ISBN
975-7032-18-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergah

Hakikat aşkına sahip insanlar, cemiyetin içinde çoğalmadıkça, hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek ve muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatin ihtirası cemaat içerisinde bir umumi cereyan, büyük bir hareket haline gelmedikçe, milli mektep gerçekten var olmayacaktır.

Kendini yetiştirmeden şef arayan nesil ekilmeden sulanan fidana benzer

Kendi iradesini kendi eliyle çürüten nesillerde kurtarıcı bir şef ihtiyacı kendini gösterdi. “Bizi sürükleyecek bir şef yok. Herşey var; millette kuvvet, cesaret, kabiliyet, hepsi, hepsi var. Ancak sürükleyici bir şef yok” formülü, tam anlayışsızlıkla felç getiren iradesizliğin muhteşem terkibi oldu. Herşey tamammış da bir önder, bir şef eksikmiş! Bu milletin başına büyük bir şef geçince neler yapmazmış. Bu tılsımlı şef tedavisi, bütün başları yukarıya ve kendi üstlerine çevirdi. Şef demek, millet kervanını çeken siyasî şef demektir. O halde siyaset sahasında başa geçecek bir şef bize yetiyormuş. Bir başla herşey olurmuş. Ne acı safderunluk hülyası. Eğer herbirimiz bir âlem isek herbirimizin ayrı bir başa ihtiyacı var demektir. Kendini yetiştirmeden şefini arayan nesil ekilmeden sulanan fidana benzese gerek. Alıcı kabiliyetle yüklü olup da görebilen göz için üstümüzde ve etrafımızda şef çoktur. Sonsuz âlemlerle dolu kâinatımızda ancak ümitsizler barınacak yer bulamaz. Böyle büyük bir tarih ve milletin çocuğu iradesine önder bulamasın; bu hal, ümitsizliğin en karanlık kuyusuna battığımızı göstermektedir. Kendisine şef ve önder arayan Müslüman Türk çocuğu, eğer kendinde irade kuvveti varsa, onu tarihte ve toprağının altında bulacaktır. Ancak Kur’ân’daki sonsuzluğu görmeyen, ummandaki benliğini tanımayan şaşkın hasta, şefini nerede bulsun? Ağlarsa da inlerse de haklıdır. Yokluk onun kendindedir. İradesini felce uğratan kendindeki zehirdir. Şefleri büyük sürünün önünde değil, herbirimizin iradesinin ta içinde arayalım. Şefimiz aşkımızdır. Onu kalbimizde alkışlayalım. Bütün bir ömür dövülen kalp, en büyük ve cesur önderdir.