Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
598
Baskı Tarihi
2017-03-22
ISBN
9750804342
Baskı Sayısı
24. Baskı
Yayın Evi
Yapı Kredi
Editörü
Ahmet Kuyaş

Niyazi Berkes'in ilk kez 1964'te The Development of Secularism in Turkey başlığıyla İngilizce yayımlanan bu başyapıtı, daha sonra dilimize de kazandırılmış, Cumhuriyet'in 50. yılında ve daha sonra, 1978'de iki baskısı yapılmıştır. Berkes'in kitaba sonradan eklediği notlar da göz önüne alınarak eksiksiz bir kaynakça ve dizinle tekrar Türk okuruna sunduğumuz bu önemli çalışmada, Türkiye'nin geleneksel devlet sisteminden laik bir yönetime geçişinin kapsamlı tarihi Berkes'in özgün yaklaşımları ve benzersiz yorumları eşliğinde okunabilir.

Protestanlık ve Laiklik

Protestanlığın etkisi altındaki ulusal kültürlerin dilinde kullanılan secularism sözcüğün(de) ../.. laicisme teriminde olandan farklı olarak, kilise ya da kilise adamı, kurum ve kuralları, yetkilileri ile onların dünyasal karşıtlarının (clericus ile laicus'un) karşı karşıya gelmesi, birçok ölçüte göre birbirinden iyice ayırt edilmesi durumu yerine geleneksel, katılaşmış kurum ve kurallar karşısında zamanın gereklerine uyan kurum ve kuralları geliştirme sorununun belirdiğini görürüz. Din ile dünya işlerinin ilişkisini ayarlamada Protestanlık, Katoliklik'ten fazla esneklik gösterebilmiştir. Asıl sorunun, toplum yaşamının hangi yanları üzerinde gelenek gereklerinin yerine, zamanın gereklerinin insan davranışlarına yol göstermesi sorunu olduğu burada daha iyi görülür.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
598
Baskı Tarihi
2017-03-22
ISBN
9750804342
Baskı Sayısı
24. Baskı
Yayın Evi
Yapı Kredi
Editörü
Ahmet Kuyaş

Niyazi Berkes'in ilk kez 1964'te The Development of Secularism in Turkey başlığıyla İngilizce yayımlanan bu başyapıtı, daha sonra dilimize de kazandırılmış, Cumhuriyet'in 50. yılında ve daha sonra, 1978'de iki baskısı yapılmıştır. Berkes'in kitaba sonradan eklediği notlar da göz önüne alınarak eksiksiz bir kaynakça ve dizinle tekrar Türk okuruna sunduğumuz bu önemli çalışmada, Türkiye'nin geleneksel devlet sisteminden laik bir yönetime geçişinin kapsamlı tarihi Berkes'in özgün yaklaşımları ve benzersiz yorumları eşliğinde okunabilir.

Laiklik Nedir?

(Laiklik), dar anlamında din-devlet ya da devlet-kilise ayrımı sorunu değil, çok daha geniş anlamda "kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma" sorunudur. Birincisi, ikincisinin birçok görüntüsünden yalnız biridir.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
250
Baskı Tarihi
2016
ISBN
9786051850665
Baskı Sayısı
1. Baskı
Yayın Evi
Everest
Editörü
Mesut Varlık

Pırıl pırıl ışıyan Türkçesiyle Hasan Ali Toptaş, Kuşlar Yasına Gider'de romancılığına yeni bir boyut katıyor: anlatmıyor, söylemiyor; nefeslendiriyor. 

Kadirşinas otlarının mırıltısını, of dememenin ilmini, eldeyken kıymetini bilmenin erdemini, ömürden giden günlerin sabrını okudukça zihnimiz, gönlümüz havalanıyor. 

"Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır" sözü yankılanıyor kulaklarımızda. 

Kuşlar Yasına Gider; atların koşması kadar doğal, kaleme iç çektirecek kadar merhametli bir roman.

Yara değil de, muhatapsızlık zor

Öyledir, dedi Zübeyir; bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
250
Baskı Tarihi
2016
ISBN
9786051850665
Baskı Sayısı
1. Baskı
Yayın Evi
Everest
Editörü
Mesut Varlık

Pırıl pırıl ışıyan Türkçesiyle Hasan Ali Toptaş, Kuşlar Yasına Gider'de romancılığına yeni bir boyut katıyor: anlatmıyor, söylemiyor; nefeslendiriyor. 

Kadirşinas otlarının mırıltısını, of dememenin ilmini, eldeyken kıymetini bilmenin erdemini, ömürden giden günlerin sabrını okudukça zihnimiz, gönlümüz havalanıyor. 

"Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır" sözü yankılanıyor kulaklarımızda. 

Kuşlar Yasına Gider; atların koşması kadar doğal, kaleme iç çektirecek kadar merhametli bir roman.

Helalleşme

Annem de ağlıyordu kuzinenin dibindeki minderin üstünde. Yazmasının ucuyla gözlerini silerek usulca doğruldu sonra, yatağın kenarına yaklaştı, babamın ellerini sımsıkı tuttu.

Bana bak Müslüman, dedi, gözyaşlarının arasından yükselen titrek bir sesle; ben bu kapıya duvağımla geleli elli yedi sene oldu. Elli yedi sene boyunca sen de bana çok iyi baktın, hiç hatırımı yıkmadın, Allah senden razı olsun!

 


Türü
Dergi
Baskı Sayısı
1. Baskı

Aşkar Dergisi

Ömer Faruk Dönmez Dosyası

Sayı:36

Ekim Kasım 2015

Kitaplar ve okuma yöntemleri

Çocukluğumdan bu yana, bıkmadan usanmadan, deli pösteki sayar gibi kitap okuyan arkadaşlarım oldu; bazısı günde bir kitap bitirir ve okudukları kitap hakkında en az iki saat konuşabilirlerdi. Oysa benim elimde bir kitap bazen haftalarca sürünürdü, masamda her zaman, başlanmış ve bitirilememiş kitaplar olurdu, kimini ancak bir ayda tamamlar, kimini ise yarım bırakırdım. Bayılarak okuduğum kitaplar da vardı tabi; ama kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, kitaplardan, yazarlardan cümleler hatırlayıp konuşmamı bunlarla daha etkili hale getirmeyi pek beceremezdim; oysa o arkadaşlar, en ilgisiz gibi görünen mevzuda pat diye Aristo’dan, Gazali’den, Kierkeegard’dan bir cümle söyler ve herkesi kendilerine hayran bırakırlardı. Bunu, zaman zaman, hafızamın zayıflığına, zaman zaman, aklımın eksikliğine bağladım; ama yıllar içinde yavaş yavaş fark ettim ki, okuduğu kitaplardan cümleler söyleyerek konuşmasını süsleyen ve daha etkili hale getiren kimi arkadaşlar, aslında kitaplardaki ruhtan, duygudan, incelikten, çoğunlukla habersizdiler; kitabı, yazarı ve hatta onlardan edindikleri fikirleri, sadece bir nesne olarak görüp, onlarla sadece dışsal bir ilişki kurabiliyorlardı. Sanırım bu noktada şiirle ilgili bir sır var. Çok kitap okuduğu halde şiirle sıhhatli bir bağ kuramamış birçok insanda bu duygusuzluğu ve kabalığı gördüm ben. Deli gibi kitap okudukları halde şiirle sıhhatli bir bağları olmayan kimi arkadaşlarımın akıl yürütme biçimi -kendileri ‘ilkeli’ demeyi tercih etse de- aslında genelde köşeliydi, hükümlerini çoğunlukla insafsız bir kesinlikle verirlerdi; bu kadar kitap okuyan birinin normalde sahip olması gereken esneklik ve kıvraklıktan oldukça uzaktılar. Ancak nadiren, o da, iki arada bir derede kaldıklarında, esneklikten söz eder ve esnekliği överlerdi, ama bu da ehlinin gözünden kaçmazdı tabi.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
YKY
İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali'nin 1940 yılında yazdığı bir romandır. Macide ve Ömer isimli iki önemli karakter içerir. Bu eserde kişilerin iç konuşmaları ve kendileri ile hesaplaşmaları yaygın olarak kullanılmış ve bu yolla duygu ve hisler çok başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Bu romanında, Sabahattin Ali toplumsal gündemin kişilikler üzerindeki baskısını ve güçsüz insanın "kapana kısılmışlığını" gösteriyor.

İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var..

İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması.. İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu.. İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var.. Tembellik var.. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.. Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
72
Baskı Tarihi
2016-06-20
ISBN
6056653209
Baskı Sayısı
1. Baskı
Yayın Evi
Biyografi.Net

Ahmet Davutoğlu 1998'de yazdığı makalede medeniyet konusunu Edmund Husserl'in Selbstverständnis (ben-idraki) ile Lebenswelt (hayat dünyası; ortak tecrübe alanı) kavramlarıyla açıklıyor. Bu tespit çok önemli. "Ben idraki ile hayat dünyası arasında etkin ve doğrudan ilişki kurabilen medeniyetler canlanma yaşarken, bu ilişkinin koptuğu ya da zayıfladığı medeniyetlerde bunalımlar ve düşüşler görülmektedir" diyor.

Büyük Dörtlü Kurgu mu?

Başrolünü David Suchet'in oynadığı film uyarlaması Agatha Christie'nin 1927'de yayınladığı "Büyük Dörtlü" (Big Four) romana sadık kalmamıştır. Roman küresel entrikalara dikkat çekerken uyarlama dünyayı yöneten gizli organizasyonu sonunda bir aşk hikâyesine bağlayarak hafifletir. Filmin sonunda şu söz duyulmaktadır: “Büyük Dörtlü'nün kurgu olduğu ispatlandı”. Uyarlamayı yapan romandan yola çıkarak tamamen farklı bir yere ulaşmış, farklı şeyler söylemiştir. Ama orijinal mesajın parçaları alıcıya ulaşır ve alıcı Büyük Dörtlü'nün kurgu olmayabileceğini anlar. Uyarlamalar sıkıntı doğurur ve başkaca şeyler söyler. Anlamlar kaynağa ulaşamayanlar tarafından ıskalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Satranç hayatın bir uyarlamasıdır. Satrançta piyon 8. kareye ulaştığında şah dışında bütün taşlara, öncelikle de vezire dönüşür. Ama hayatta 8. kareye ulaşıp piyona dönüşenler de vardır. Kitleler karmaşadan hoşlanmaz; tarih ve siyaset onlara karmaşık gelir. Kitle hayran olmaktan; taraftar olmaktan hoşlanır. Çünkü liderleri onların yerine düşünmektedir.


Sayfa Sayısı
520
Baskı Tarihi
2016
ISBN
9789750731808
Baskı Sayısı
1. Baskı
Yayın Evi
Can Yayınları
Editörü
Şebnem Sunar
Mütercimi
Kasım Eğit, Yadigar Eğit

Stefan Zweig ünlü İskoç kraliçesi Mary Stuart'tan bahsederken, "Dünya tarihinde belki de başka hiçbir kadın edebiyata bu kadar çok konu olmamış, dramlarda, romanlarda, biyografilerde ve tartışmalarda böylesine çok işlenmemiştir," der. 

Siyaset

Şimdilik her şey yeniden yoluna girmiş gibi görünmektedir. Fakat siyaset her zaman bir tutarsızlıklar bilimidir. Basit, doğal ve makul çözümler ona aykırı gelir; zorluklar en büyük zevki, nifaksa unsurudur.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
523
Baskı Tarihi
2000
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
975-470-514-3
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Mütercimi
Yasemin Saner Gönen
Orijinal Adı
Turkey, A Modern History

1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)

İstiklal Harbi Öncesi Vaziyet

Kasım 1918’de bir “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” Edirne’de ve aynı tarihlerde bir diğeri de Batı Trakya’da kuruldu. Bunları, kendi bölge örgütünü Aralık’ta kuran İzmir izledi. Doğudaki ilk örgüt Kars’ta (Kasım 1918’de) kurulmuştu, bunu Trabzon ve Erzurum’da (ilk hazırlıklardan sonra ikisi de Şubat 1919’da) kurulanlar izliyordu. Bir tane de Aralık ayında, Urfa’da kurulmuştu.

Birçok küçük örgüt vardı ve hepsi de benzer şekilde hareket ediyordu: Örgütün arkasındaki İttihatçılar genellikle, örgütün “ulusal” niteliğini vurgulamak ve geniş destek çekmek amacıyla, yerel eşraf ve din adamlarının (çok defa müftülerin) cemiyetin itibari başkanları olmalarına çalışıyorlardı. Sonra da, örgütün temsile dayanan niteliğini kanıtlamak için bir kongre düzenlemeye girişiyorlardı. Gerçekte bu kongrelere genellikle, İTC taşra örgütünün davetli, ama seçilmemiş memurları gidiyordu.

1918’in 28 Aralık’ı ile ve Müslüman niteliğini ve anayurtla birleşik kalma kararlılığını ilân edeceklerdi. Anadolu kentlerinde “Müdafaa-i Hukuk” örgütleri genellikle Müslüman toprak sahipleri ve tüccarlarından destek görüyordu. Bu kişilerin birçoğu, devlet ihaleleri yoluyla ve sürülmüş ya da göç etmiş Yunanlıların ve Ermenilerin topraklarını, taşınmazlarını ve işlerini, hemen hiçbir şey ödemeden devralmak suretiyle zenginleşmişti. Bu nedenle Yunanlıların ve Ermenilerin hak iddialarına karşı koymak için çok güçlü bir saikleri vardı. “Müdafaa-i Hukuk” topluluklarının önderleri genellikle yeraltı direnişine de iştirak ediyorlardı. Bu model, Kasım 1918 ile Haziran 1919 arasındaki yıllarda Anadolu ve Trakya’nın her tarafında görülebilir.

/../

Osmanlı ordusu yenilgiler, salgın hastalıklar ve firarlar yüzünden tükenmiş haldeydi, ama yine de bir varlığı vardı. Ordunun komuta yapısı henüz sağlamdı ve önde gelen subayların hemen hepsi –mesleklerinde geçen on yıl içinde yükselmiş olan Jön Türk subayları– yek vücut direnişi destekliyorlardı. Askerlerinin silah bırakmasını ve terhis olmalarını gizlice engellemişler ve bölgesel direniş örgütlerine gizlice silah ve mühimmat temin etmişlerdi. Öyle bile olsa, Anadolu’nun çoğunda ordunun gücü etkili değildi. Trakya, Boğazlar bölgesi ve tüm Batı Anadolu, 804 kilometrelik bir kıyı hattı boyunca dağılmış 35 bin civarında askere sahipti ve birçoğu İtilaf devletlerinin denetimindeki bölgelerde bulunuyorlardı. Düzenli ordu birlikleri öylesine zayıftı ki milliyetçiler Yunan işgalcilerine karşı direnmek için 1921’e kadar Türk ve Çerkes çetelerine bel bağlamak zorunda kalmışlardı. Bu çeteler sürekli akınlarla Yunan ordusuna hayli rahatsızlık verebilirlerdi ve verdiler de, buna rağmen bunlar tayin edici bir etken olamayabilirlerdi.


Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
349
Baskı Tarihi
1996
Yazılış Tarihi
1974
ISBN
975-470-580-1
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Mahmut Ali Meriç
Umrandan Uygarlığa zengin bir birikimin ürünü olan denemelerden oluşmaktadır. Bu ülke ile aynı yıl yayımlanan bu kitap öncelikle Umran kavramına ışık tutuyor. Cemil MERİÇ kitabı 5 ana bölüme ayırmış bölümlerin başlıkları ise şöyle 1-)Çağdaş Uygarlık Düzeyi 2-)Medeniyetin Ölümü 3-)Araftakiler 4-)İdeoloji 5-)Traduttore Traditore ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİ Yunan mucizesi başlığını attığı ilk konusunda Avrupa’nın bizi nasıl tanıdığını tespit ederek başlar. Yazar der ki: Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde biz yine de OSMANLIYIZ. Osmanlı, yani İslam.

Türk aydını, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır

İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: "Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura 'Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben 1 ". Bu parçalanışın başka bir. milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris sergisindeki aptalca hayranhğıyla başlayan bir dramın son perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınlan bir hıyanet psikozu içindedir.. Bu bir alınyazısı mı? Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur? Elbette, imparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimattan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır, "frengi hastalığı" na, ama yine de halk. Babıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır; o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimaî zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.