Basitçi komplo teorileri
İki türlü mantık bir kafada bulunur mu
Hiçbir bağlanma bedava değildir
Artık Dönemezsiniz
Şifa kabul etmez bir gayrimemnun
Kadehlerimiz ellerimizde gittik. Bu artık filânın veya falanın tasavvuru değildi. Tabiatı eşyanın ta kendisi idi. Caz alabildiğine bir zeybek tutturmuştu. Ve kızım biraz evvel baldızımın marifet gösterdiği yerde, yani salonun ortasında, karşısında Van Humbert, dünyanın en garip, en akıl almaz zeybeğini oynuyorlardı. Etraf sadece göz olmuş onlara bakıyordu. Biz de bir müddet Van Humbert’in havada acemi acemi sarkan kollarına, yere indikten sonra güçlükle kalkan dizlerine baktık. Halit Ayarcı yavaşça kulağıma:
- Burada ben de pes! derim, diye mırıldandı.
Dünyanın en harika ailesinin reisi idim. Ve bu haysiyetle deminden beri bana çapkınca dirseğini çarpan karıma aynı şekilde cevap verdim. Halit Bey ilâve etti:
- Nasıl, hoşunuza gitti değil mi? Babalık gururunuzu bir tarafa bırakın, sadece kadınlarımızın bu muvaffakiyeti muazzam iş değil mi? Böyle bir şeyle karşılaşacağınızı ümit eder miydiniz?
Ben bir gözüm kızımın Van Humbert’in hantal ve alabildiğine geniş vücuduna yaptırdığı acayip ve tehlikeli cambazlıklarda:
- İmkân mı var? dedim. Hayalime bile gelmezdi. Hele kızım Zehra’nın...
- Hakkınız var... Bu kadar süratli terakki, görülmemiş şey...
- Yalnız biraz da bilselerdi. Meselâ kızım hakikaten zeybek oyununu bilseydi, baldızım demin tepindiği zıkkımdan biraz anlasaydı. Büyüğü sandalye ile avize kırar gibi besteleri harap etmeseydi....
Halit Ayarcı çok terbiyeli bir şekilde esnedi:
- Yine aynı mesele... dedi. Daha doğrusu hep aynı mesele! Aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayrimemnunsunuz... Bu işlerde bilmek ikinci derecede kalır. Yapmak vardır, sadece yapmak!.. Sonra kendi kendine konuşur gibi ilâve etti:
- Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktadır. Bilselerdi, bilselerdi... Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmağa erişemezlerdi. Bilgileri buna mâni olurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Ne ile? Yaratma kabiliyetiyle... Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. Siz istediğiniz kadar somurtun!
- Ben somurtmuyorum, düşüncemi söylüyorum...
- Kendinize saklayın o düşünceyi de, şu karşınızdaki harikulâde manzaraya bakın!
Neo-Mürcie
Mürcie inancını ve bunun fiili sonuçlarını maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz:
1. Ameli hiç bir şekilde hesaba dahil etmeyerek dini vicdanlara hapsetmek. Bu manada ilkel bir laisizmi de bünyesinde barındıran Mürcie'nin amacı imanı sadece ikrar sayarak bir hayat nizamı olan İslam'ı en hassas yerinden vurmak.
2. Siyasi mezhepleşme: Bizans'ta yürürlükte olan devletin dine müdahale geleneğinin İslam'da da başlamasına sebep olarak bir "devlet dini"nin ortaya çıkmasına öncülük etmek.
3. Emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker gibi bir farizayı fitne olarak niteleyip dinin temellerini sarsmak ve toplum eliyle yöneticileri kontrol etmesi anlamına gelen bu kurumu iptal etmek.
4. Özellikle hacc, cihad, zekat, namaz (cuma ve bayram namazları) gibi ibadetleri asr-ı saadetteki fonksiyonlarından uzaklaştırarak İslam'ı siyaseti ibadet, ibadeti siyaset olan bir din olmaktan çıkarıp yalnız "ibadi" hale sokmak.
5. Fitne, gıybet, sabır, zulüm, nifak, şükür gibi kavramları Kur'ani manalarından saptırarak te'vil ve tahrif etmek. Bu kavramları maksadının dışında bazen de tam hilafına kullanarak dini anlayışı kökten değiştirmek ve ortaya tamamen sulandırılmış ve kontrol altına alınmış bir din anlayışı çıkarmak.
Asıl Mürcie
Tarihte aynı adla şöhret bulmuş bir mürcie ekolü daha var ki, bunlar zulmü ve zalimi meşrulaştıran 'eyyamcı Mürcie'den tamamen farklıdırlar.
Beni Ümeyye'nin zulmünü temize çıkaran, iman-amel arasını ayırma işini yönetimin hizmetinde kullanan Mürcie'yle 'kıyamcı Mürcie'nin 'irca' inancı birbirinden farklıdır.
Kıyamcı mürcie eyyamcı Mürcie'den çok sonra Irak'ın doğusundaki yeni fethedilen bölgede ortaya çıkmıştır. Bunlar zalim yöneticileri değil zulme uğrayan fertleri savunmuşlardır.
Bilindiği gibi Emeviler Ömer b. Abdülaziz gelinceye kadar yeni fethedilen bölgelerin müslüman olan ahalisinden zorla cizye almayı sürdürüyorlardı. Ömer b. Abdülaziz, "Allah Muhammed'i tahsildar olarak göndermedi!" diyerek bu zulme son vermişti. Onun ölümünden sonra, özellikle Horasan ve çevresindeki Türkler ve diğer kavimlerin müslüman olmalarından dolayı cizye gelirlerinin düştüğünden yakınan tahsildarlar bu duruma bir çare bulunmasını istiyorlardı. İnsanların ve yeni fethedilen bölge halklarının topluca Allah'ın dinine girmelerini cizyeden kaçış olarak değerlendiriyorlardı. Bunda inandırıcı olmak için yeni müslüman olan bu halkları sapık göstermeye çalışıyorlar, iplerini ellerinde tuttukları bazı saray mollaları ağzıyla bunların müslümanIıkları konusunda asılsız şayialar yayıyorlardı.
Bu nedenle, bu dönemde yaşayan ve Özellikle Arap olmayan ünlü İsimlerden 'zındık'lık damgası yemiş olanlara, bir haksızlığa alet olmamak için ihtiyatla yaklaşmak gerekmekte.
Emevi yönetimi hicri 110 yılında cizye gelirlerinden mahrum kalan hazinenin kasalarınıdoldurabilmek için dine toplu girişleri zorlaştırıcı kimi tedbirler aldı. Bu tedbirlerden bir tanesi de bir a'cemî (Arap olmayan)'nin müslüman sayılması için ihdas edilen yeni şartlardı: Bunlardan bazıları:
1. Sünnet olmak: Bu şart o günün koşullarında ele alınmalı. Yeni müslüman olanlar ne bebe ne de çocuk idiler. Hemen hepsi yetişkin insanlardı. O günün ilkel şartları gözönüne alındığında bunların sünnet olmaları kolay olmuyordu.
2. Farzların ikamesi: İşi 'fetih' adı altında ganimetçiliğe döken yönetim, müslüman olur korkusuyla İslami tebliğ, dini eğitim ve öğretimden özellikle mahrum bıraktığı halktan, daha asgari bilgiye sahip olmadıkları dini en yüksek düzeyde yaşamalarını istiyordu.
3. Husn-u İslam: Bu şart, okkası tartısı olmayan bir husustur. Vali ya da vergi tahsildarı istedikleri kişi ya da kişiler hakkında canları çektiği zaman bunun aksini isbat edebiliyorlardı.
4. Kur'an'dan bir sure okumak: Bir anda binlercesi İslam'a giren bu insanların arap olmadığını, dolayısıyla kısa zamanda arapçaya vakıf olup Kur'an'ı öğrenemeyeceklerini yönetim de biliyordu.
Horasan'ın cizye tahsildarı vali Eşres'e "İnsanlar İslam'ı kabul edip mescidler yaptırdılar. Ne yapayım?" diye sorunca Vali'den şu cevabı alıyordu:
" -Haracı ve cizyeyi eskiden kimden alıyorsanız şimdi de aynen eskisi gibi almaya devam ediniz."
İşte kıyamcı Mürcie'yi ortaya çıkaran ilk kıvılcımın sebebi yönetimin bu haksız tutumu olmuştu. Semerkant yakınlarındaki bir bölgede yeni müslüman olan yedi bin kişi bu haksız uygulamaya karşı başkaldırdı. Yedi fersah çapındaki bir alana kamp kuran İslam'ın bu yeni salikleri'nin tek sloganı "La ilahe illallah Muhammedu'r-Rasulullah" idi. İşte bu noktada yeni bir akım doğdu. Bu haksızlığa uğrayan mazlum insanların haklarını savunmak için bir grup kari (alim) ve fakih onlara katıldı. Bu fakihler yönetimin sözkonusu uygulamasını boşa çıkarmak ve gayr-i meşru ilan etmek için bir takım fıkhi deliller getirdiler. Doğal olarak tartışılan mesele iman-amel münasebetleriydi. Sebebi de yeni müslüman olan binlerce insanın amellerindeki noksanlığı bahane eden yönetimin, müslüman oldukları halde onları kafir sayarak 'cizye' almasıydı. Sözkonusu alim ve fakihler yönetimin zulmüne maruz kalan bu insanların müslüman olduğunu isbatlamak için "irca" (havale etme, karar mercii) fikrine baş vurdular.
Sözkonusu alimlerin tezleri şuydu: Kitle halinde İslam'ı kabul eden bu insanların müslüman olduklarını ilan edip kelime-i şehadet getirmeleri onların müslüman olduklarını kabul için yeterliydi. Bu durumdaki birinin inancının sıhhatine hükmedilirdi.
Böylesi bir insana "yok sen müslüman olmadığın halde öyle görünüyorsun" denilemezdi. Hele hele bunları kafir sayıp cizye almak caiz değildi. Bazen cizye vermemekte direnenler Emevi valilerince kanı ve malı helal sayılıp öldürülüyordu. Bu zulüm toplu katliamlara kadar vardırılıyordu. Alimler bunun önüne de set çekmek için yönetimi ikrarları kabul etmeye ve kalpleri aslî sahibi olan Allah'a havale etmeye (irca) çağırdılar. Bu fikri kabul edenlere de 'irca' fikrini kabul eden kimse anlamında 'mürcie' dendi. Daha sonra "sapı" "samandan" ayırdedemeyen bazıları bu kıyamcı mürcie ile oportünist mürcie'yi birbirine karıştırdı.
Cebriyye
Hz. Hüseyin'in başının da içinde bulunduğu 18 ehl-i beyt kellesi Yezid'in Önüne boşaltılınca, daha fazla acı çektirmek için huzuruna getirttiği Hz. Zeyneb'in hesap soran bakışlarını şöyle cevaplandıracaktır Yezid:
- "Allah'ın, senin ehl-i beyt'ini ne hale getirdiğini görüyor musun ? Onlara nasıl kıydın?" sorusuna
- "Onları Allah Öldürdü" biçiminde karşılık verecektir.
Allah'a iftira etmenin daniskası olan bu inanç devletin resmi dini (mezhep) haline getirilmiştir. Bunun yaygınlaşması için zındıkların uydurdukları hadisler delil olarak kullanılıyordu. Ünlü muhaddis Suyuti, El-Leali'sinde bu dönemde sultanlara yaranmak ve yaltakçılık yapmak için hadis uyduranların haddi hesabı olmadığını kaydederek, sultanların fıskını meşrulaştıracak delil bulamayan 'sultanın alimleri'nin bunu icad etmekten kaçınmadıklarını söyleyecektir.
Emevi halifesine "onları Allah Öldürdü" dedirten inanç buydu. La İlahe İllallah'ı "la faile illallah" (Allah'tan başka fail yoktur) biçiminde yorumlayarak; Haşimoğulları'ndan Bedr'in öcünü aldığını söyleyenleri, Kur'an'ı oklayanları, Müslümanlann malını ırzını heder edenleri bu şekilde temize çıkarıyorlardı. Allah'tan başka fail olmadığına göre bütün bu olan bitenlerde kimsenin bir suçu yoktur. Bütün bunları, -haşa- Allah yapmıştı. Tarizde bulunan Allah'a bulunmuş olur, isyan eden de yine onun takdirine karşı isyan etmiş olurdu. Yöneticiler sadece Allah'ın seçip gönderdiği masum birer kılıç, birer aletti. Allah geçmiş ümmetlere nasıl melekler eliyle azap etmişse, şimdikilerden azabı hak edenlere de yöneticiler eliyle azap ediyordu. Bu yüzden yöneticilere "dur!" demek Allah'ın takdirine karşı gelmekti. Bu zalimler bir "azap meleği" kadar masumdurlar. Kulun rüzgar önündeki yaprak gibi sorumsuz olduğunu ileri süren "cebir" inancı böyle ortaya çıktı. Yöneticiler eliyle de desteklenerek yayıldı.
Bu inançlar bir "müsekkin", bir "narkoz" gibi kullanılarak insanlar uyuşturulup sürüleştiriliyor, ardından da koca bir ümmetin maddi ve manevi, dini ve dünyevi tüm değer ve imkanları talan ediliyordu. Sulta bu talanı gerçekleştirirken birileri de postunun üzerinde, onu meşrulaştırmanın felsefesini yapıyordu: "Fail de hak, meful de hak, beden itibaridir.."
Amel-iman münasebetlerinin gündeme gelişi de bu yüzdendi. Bunca zulmü, ahlâksızlığı ve sapıklığı icra eden yöneticileri başka türlü aklamak mümkün değildi. Onlar ancak böyle aklanabilirdi. "Dünyada hüküm verilmez" inancı da bu amaca hizmet ediyordu. Emr bi'l-ma'rufu fitne sayıp zulme karşı çıkanları "fitneci" olarak nitelendirenler zalim yöneticilerden bunun karşılığını atıyye-i şahane olarak fazlasıyla alıyordu.
Yönetimin icraatlarından şikayet etmeyi bile "Allah'ın takdirine karşı gelmek" olarak gören bu sapık inanç, yöneticilerin iltifatına ve desteğine mazhar oluyordu. Bunların dışında bir başka kesim de ses geçirmez kalın duvarlar arkasında "bir post bir dost" sloganını bayraklaştırırken, bütün bu olup biteni "cilve-i Rabbani" ve "tecelliyat-ı ilahi" sayıyorlardı. Bu kesimin "makam-ı hayret"e ulaşması için bunca kanın dökülmesi, bunca fıskın işlenmesi lazımmış gibi, onlar da yöneticiler gibi bu yapılanları "meratıp" atlamak için bir vesile sayıyorlardı.
Mürcie
Mürcie hakkında verilen bilgilerde bariz bir karışıklık ve belirsizlik var. Bu bilgilerden yola çıkarak Mürcie'yi bir yere yerleştirmek mümkün değil. Bu hizipten söz eden kaynaklar bazen birbirine taban tabana zıt bilgiler de içermektedir. Lakin bu belirsizlik tümüyle tarihçilerden kaynaklanmıyor. Biraz da Mürcie inancının temelde oportünist oluşundan kaynaklanıyor. Oldukça kaypak ve eyyamcı olan bu inanış tarih boyunca her zaman müntesip bulabilmiş, bugün de yönetimlerin teşvik ve desteğiyle varlığını sürdürmektedir. Mürcie inancının hem kaderiye hem cebriye, hem hariciye, hem mutezile'den bağlıları bulunduğu gerçeği bu konuda, kaynakların tümünün neredeyse üzerinde ittifak ettikleri tek nokta.
İman-Amel İlişkisi
Sultani hilafet'in başlamasıyla yapılan onca zulmün ve fıskın ardından ortaya atılan bir yığın soruya cevap bulunmaya çalışılıyordu. Örneğin Busr b. Ertad Yemen'e vali olunca ilk olarak Hz. Ali'nin valisi Abdullah b. Abbas'ın iki küçük çocuğunu analarının gözü önünde katlediyor, bunu gören anne çıldırıyordu. Medine'ye giren hilafet ordusu çoğu sahabe yakını olan Medine kadınlarına tecavüz ediyordu. Ka'be mancınıkla taşlanıyor, ateşe veriliyor, öldürülen insanların cesetlerine akla hayale gelmedik işkenceler yapılıyordu. Bunlar sosyal olan cürümlerdi. Bir de halifelerin şahsi yolsuzlukları, taşkınlıkları ve irtikab ettikleri kimi haramlar vardı.
Sorular sorulmaya başlanmıştı: Bu gibi büyük günahları (kebire) yapan müslüman olabilir miydi? Müslüman olursa nasıl olur, değilse ahirette nasıl muamele görürdü? Sorular uzayıp gidiyordu...
Bu sorulara cevap bulma telaşı iki şeyi gündeme getirdi: îman-amel münasebetleri ve kader konusu.
Bu konularda yoğun bir tartışma başlamış, hizipler ortaya çıkmıştı. Kimisi 'amel imandandır' derken kimisi 'amelle imanın hiç bir ilişkisi yok" diyordu. Hariciler ameli imanın kendisi sayarak "kebire" (büyük günah) sahibini tevbe etmediği sürece kafirmürted ilan ettiler. Mutezile bu konuda Hariciler gibi aşırı gitmiyor, amel imandandır, mürtekib-i kebire tevbe etmediği sürece ne cennette ne cehennemdedir diyorlardı. Şia da bu konuda onlar gibi düşünüyordu.
Bir kesim daha vardı ki amelin imanla ne zatında, ne sıfatında hiç bir ilgisi olmadığını savunuyordu. Kişi hangi günahı işlerse işlesin onun imanına bunun hiç bir zararı olmazdı. Bunlar sonradan Mürcie olarak isimlendirilecekti.
Mürcie kulun çabasının faydasız olduğunu, dolayısıyla günahının da zararsız olduğunu söylüyordu. Hiç kimse için dünyada hüküm verilmez, ididasiyla başta asr-ı saadettekiler olmak üzere münafık zümresini mümin addediyorlardı. Zulmedene "zalim" demeyi, fısk ve fücur içinde yüzene fa-sık facir demeyi Allah'ın hükmüne müdahale olarak görüyor, "dünyada hüküm olmaz hüküm ahirettedir" tezini savunuyordu. Bu inançta olan bazıları imanı yalnızca Allah'ı bilmek olarak tanımlıyordu. Tabi bu durumda küfür de Allah'ı bilmemek oluyordu. Bu tarife göre Allah'ı bildikleri gibi ona inandıklarını Kur'an'daki ayetlerden (Lokman, 25; Zuhruf, 8; Mu'minûn, 84-89) öğrendiğimiz müşriklerin bile mü'min safında olması gerekecekti.
Yine bu sapık inanış farziyeti tartışılmaz olan Emr bi'l-ma'ruf Nehy ani'l-münker'i fitne olarak görüyor, yöneticilere hakikati söylemeyi 'fitne çıkarmak' olarak niteliyordu. Zulme başkaldıran sahabi, tabiin ve imamları "fitneci" olarak vasıflandırıyordu.
İbadetlerin toplumsal boyutlarını iptal ediyorlar; cuma, hac, bayram namazı gibi ibadetlerde tahrifat ve değişiklik yapmak için gerekirse hadis uyduruyorlardı. Zalim ve fasık yöneticilere karşı yapılan cihadı haram sayıyorlar, fitne, sabır, gıybet gibi İslami ıstılahları yöneticilerin işine gelir bir biçimde tahrif ediyorlardı.