Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
253
Baskı Tarihi
Eylül 2009
ISBN
978-975-253-978-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Emine Eroğlu
Modern(leşmiş) okur-yazarların katı reflekslerinin aksine Hilmi Yavuz, şiirsel-düşünsel serüveninin başından beri çokyönlü okumalarıyla, kendine özgü bir yol üzerinde yürüyerek, özellikle tasavvuf irfanından devşirdiği birikimi ve inşa ettiği duyarlılığı hem şiiri hem de düzyazıları açısından temel bir kaynak haline getirmiştir. İslam’ın Zihin Tarihi de şiirden felsefeye, tasavvuf irfanından siyasete geniş bir ilgi alanına ilişkin tecessüsünü dersleriyle, söyleşileriyle ve yazılı tanıklıklarıyla dile getiren Hilmi Yavuz’un İslam üzerine yazdığı makalelerden oluşuyor.

Gazali

Gazali, İslam'ın entelektüel tarihinde olduğu kadar, kalb tarihinde de gerçekten müstesna bir kimliktir; - bir ihtişam, bir kemaldir o! Kelamı, felsefeyi ve tasavvufu bu kadar tamamlanmış, bu kadar benzersiz ve billurdan bir teksifle Müslüman akla ve nefse emanet eden bir başka örnek yoktur! Gazali'yi, İslam' da bilim ve felsefe düşüncesinin yolunu kapatmakla itham etmek, olsa olsa, o ihtişamın açtığı yolu, onun ışığının göz kamaştırıcılığından dolayı görememek demektir.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1923
ISBN
978-975-10-2884-6
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Memleketimizde hiçbir anı Minelbab İlelmihrab kadar ilgi çekmemiş, Meclis'e kadar yansıyan gürültü koparmamıştır. İki kez yayını durdurulan eserin ancak 1948'de, yazarın ikinci Aydede dergisinde tam yayını mümkün olabilmiştir. Önemli yoğunluktaki yeniden basılması istekleri karşısında, hâlâ mizahi bir anlatımla o devrin tanınmış kişilerini gözümüzde canlandırdığına ve Mütareke yıllarına ışık tuttuğuna inanıyoruz. Bu anılar, yazarı dediği üzere, bir savunma olmayıp yalnızca günü gününe hislerin işlendiği Mütarake Devrinin özel bir tarihçesidir. (Tanıtım Bülteninden)
Neden Altını Çizdim?
Refik Halid'in bu ince esprileri ve kalemi müthiş!... Padişahın yaptığı da enteresan...

Memleketi pek ucuza satmışlardandım!

Demek ki, hatırat yazmakla meşgul bulunduğumu haber vererek bunların "Akşam"da tefrikasının mümkün olup olmadığını mektupla sormuştum. "Tefrikayı gönderiniz, neşredeceğiz" cevabını alıyorum. Aradan zaman geçince, insan eski kederlerinden daha çabuk sevinçlerini unutuyor ki, o telgrafın üzerimdeki neşe verici olması lazım gelen tesirini şimdi hatırlamıyorum. Halbuki muhakkak sevinmişimdir. "Yazılarım çıkacak" diye mi? Hayır; elime biraz para geçeceğinden dolayı! Zira Beyrut'a vardığım gün, cüzdanımdaki bütün mevcudum 100, bilemedin 200 Türk lirasından ibaretti. (Görülüyor ki memleketi pek ucuza satmışlardandım. Bahsi geçen iki yüz lirayı Aydede abonesi olarak VI. Mehmet Vahdettin, Başkatibi vasıtasıyla ihsan buyurmuştu. Başıma gelecekler sanki içime doğduğundan sıkı sıkı saklamıştım.)

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
242
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
1943
ISBN
975-7663-92-1
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel
Bu kitap, uzun yıllar boyunca geçirdiği çilelerle, "güneşi seyrettiğin göklere bak, aksettiği kalıplara değil" diyecek bir iç olgunluğuna varan, böylece gerçek aşkı bularak "Son Menzil"e ulaşan kişinin serencâmını anlatır.
Neden Altını Çizdim?
Müthiş bir karkter tahlili...

Bir portre

Gerçekten de genç kadın, bu adamla tanıştığı günden itibaren, onu yükseltmek için elinden gelen her şeyi yapmış, cemiyette kendi kocası olduğu için değil, kendi kendisi olduğu için bir mevkiin sahibi etmeye bütün kuvvetiyle çabalamıştı. Fakat gayretleri boşa gitmişti. Zira Siret'ten yardım görmemiş, her afetten daha yaman, daha öldürücü ve şifasız bulduğu şahsiyetsizlik hastalığının tedavisi için, genç aktör, karısının himmetine tamamen bigane kalmıştı. Her meclise intibak eden, her tempoya ayak uyduran, her cereyana sürüklenen, en garibi her büründüğü kaftanı kendi ölçüsüne elverişli bulan bu adam, kah işret alemlerinde çifteteIli oynar, kah kır eğlencelerinde kuzu çevirir ve bu tip eğlenceleri, muasır zevklere tercih ettiğini söyler, kah viskili, kokteyIli ziyafetlerde rakının avâmi bir zevk vasıtası olduğunu ileri sürer. Siret, ekseri yardım birliklerinde azadır; çünkü içtimai teşekküllere mensubiyet gururunu okşar. Ama kendisini halka el uzatır gösteren bu adamın, en yakınlarına dahi yardımı dokunmaz. Fikir adamlarının karşısında hürmetkar bir sükûta varır, san'atkârlara ve edebiyatçılara hayran görünebilir, siyaset ve iş adamlarına yaltaklanır. Fakat ellerinden alkış izleri silinmeden de, dudaklan hor görme ve istihza için harekete geçebilir. Basit kimseleri avlayarak, gazetesine havadis yetiştiren acemi bir taşra muhabiri gibi, hazin vak'aları alaycı bir eda ile izah ederek büyütür. Şu kadar var ki mizaçgirliği yüzünden, ilk gören kimseler üzerinde dünyanın en hoş, şen ve hayırsever adamı zannedilmekle beraber, şayet bu tanışma sıkı bir dostluk safhasına intikal edecek olursa, denizin dibinde yüzmekten boğulma raddesine gelmiş bir kimse gibi, içine daldığı sahte şahsiyetinin derinliklerinden dışarı fırlar ve hakiki hüviyetinin kupkuru sahiline üryan olarak kendini atar. Hasılı o, dağdan düşmekte olan bir taş parçası gibi şuursuzca baş aşağı koşmaktadır. Bu sukütun telaşı arasında kendini çarparak biraz durup soluk aldığı tek nokta, kadınlardır.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
136
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
2002
ISBN
9759960513
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
Profil Yayıncılık
"Modern yaşam ölümü unutturur" der Ahmet Hamdi Tanpınar. Bu söz herhalde en çok 1980 sonrası kuşak için geçerli. Sadece ölümü unuttursa iyi, tüm değerleri de yapboz haline getirdi. Popüler kültürün hızlı yayılışı ve modern yaşam tasarımları birçok hayatı ve duyarlılığı kapitalizmin çöp kutularına yuvarladı. Artık neredeyse hemen her şeyin bir "bedeli" ya da "fiyatı" vardı. Bu hızlı yaşamda kendini içlerine hapsedenler İslamcı söylemin tarafında yer alanlardı. Elinizdeki kitap 1990-2000 yılları arasında İslamcılık söyleminin bir tarafında yer tutmuş kuşağın içinde biriktirdiklerini "dikkafalı" bir söylemle dışavurumu; bu koronun çocuklarına ulşabilmiş, kimi zaman bağıra çağıra, kimi zaman da dudak ucuyla söylediklerini anlayan kitlenin kitabıdır. Kekeme Çocuklar Korosu içinde barındırdığı insanlar ve onların öyküleriyle kocaman bir duygu dünyasına karşılık geliyor.

Yaşamı Ciddiye Almak

En küçük fısıltıyı, en küçük bir ışığı, dokunuşu, hiçbir izi ama hiçbir izi kaçırmamalıyım. Bu gece yaşamı ciddiye almalıyım. Anneannem nasıl da ciddiye alırdı hayatı. Bir gece ben evde film seyrederken, o televizyonun yanında tespih çekiyordu. Sonra birden televizyona sık sık bakıp bir şeyler fısıldadığını duydum. 'İnna Lillah ve inna ileyhi raciun' 'Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz!2 Meğer filmde her ölen adamın ardından bu cümleyi tekrar ediyormuş. Anneannem yaşamı sahiden ciddiye alıyor. Hem de kelle sayısına göre ucuz siyaset üreten ağabeylerimizden daha fazla. İdeolojik takıntılarının hayatı tanıma fırsatı vermediği bir sürü kalabalık ağızlı adamdan daha fazla ciddiye alıyor hayatı. Okuma yazması olmadığından üçüncü sayfa haberlerinden habersiz. Ölüm hâlâ kutsal onun için. Her bir ölüm ayrı bir varış anlamı taşıyor Allah'a ve ölümleri nesneleştirmemiş. Ölüm yalnızca haber bültenlerini dolduran içi boş görsel bir fenomen değil. O ölümün en sahici ve en anlamlı yüzüne inanıyor. Biz kentin insanları için ölüm trajik bir haber kurgusu hâlâ. Biz hiçbir zaman ölmeyeceğiz bu gidişle...

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
361
Baskı Tarihi
2006
Yazılış Tarihi
1975
ISBN
978-975-458-864-4
Baskı Sayısı
24. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Editörü
Sefa Kaplan
“Fikrimin İnce Gülü” Adalet Ağaoğlu’nun 1976 yılında yazdığı ikinci romanı. Yazar, insanlardaki yabancılaşma ve içe yolculuğu etkileyici bir biçimde anlatıyor. Eser, işçi Bayram’ın bir gününün hikayesini konu alır. Adalat Ağaoğlu bu yol romanında, sınıfının ve konumunun bilincinde olmayan Bayram’ın “Bayram Bey” olma çabasının biricik öznesi bal rengi Mercedes’i ile ilişkisini, Kapıkule’den başlayıp köyünde hazin bir şekilde sona eren yolculuk boyunca anlatır. Yolculuk aslında bir sembol.
Neden Altını Çizdim?
Neden bilmem.. Bu tasvir çok aydınlık, çok iç açıcı geldi...

Bir tasvir

Sıcağa, güneşe dayanıklı küçük, yeşil tepeler. Sebze ve meyve bahçeleriyle donanmış gölgeli koyaklar. Koyakların küçük, güzel göçmen evleri. Bayram'ın arabasını Bursa'ya doğru sürdüğü yol dar. Yüreği yoldan da dardı. Ama, çevrenin görünümü umulmaz biçimde onu iyimser kılmaya yardımcı oluyor.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
592
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1951
ISBN
975-7663-95-6
Baskı Sayısı
6. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel

Ne fark var canım?

Vahdet felsefesini bu zirveleşmiş mertebeden temsil eden bir insan, fail olarak yalnız Allah'ı kabul edince, kul işi dediğimiz bir emri de Hak'tan bilmesinden daha tabii ne olur? İşte bu yüzdendir ki Ken'an Rifai, dergahların kapatılma emrini de Allah'ın bir tecellisi olarak bilip hoş görmüştür. Bir gün yakınlarından biri, Kasımpaşa'daki Rifai dergahının dans salonu yapılmış olmasından üzülerek bahsedince: "Niçin canın sıkılıyor? O zaman da dans ediliyordu; şimdi de öyle. Devranla dansın farkı yok ki ... Yalnız biri cismanidir, kaşı gözü solacak bir dilberi agüşuna alıp döner; öteki ise baki olan cemalullahın seyir ve temaşasiyle sema eder," demişti.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
253
Baskı Tarihi
Eylül 2009
ISBN
978-975-253-978-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Emine Eroğlu
Modern(leşmiş) okur-yazarların katı reflekslerinin aksine Hilmi Yavuz, şiirsel-düşünsel serüveninin başından beri çokyönlü okumalarıyla, kendine özgü bir yol üzerinde yürüyerek, özellikle tasavvuf irfanından devşirdiği birikimi ve inşa ettiği duyarlılığı hem şiiri hem de düzyazıları açısından temel bir kaynak haline getirmiştir. İslam’ın Zihin Tarihi de şiirden felsefeye, tasavvuf irfanından siyasete geniş bir ilgi alanına ilişkin tecessüsünü dersleriyle, söyleşileriyle ve yazılı tanıklıklarıyla dile getiren Hilmi Yavuz’un İslam üzerine yazdığı makalelerden oluşuyor.
Neden Altını Çizdim?
Çok zor, bir o kadar da bilinmesi zaruri meseleler...

Eş'arî - Maturidî

'Türk Müslümanlığı' konusundaki teolojik yorum, İslam'ın iki büyük kelam okulu, Eş'arilikle Maturidilik arasında temelli birtakım farkların bulunduğu iddiasından yola çıkarak Maturidiliğin, sözü edilen bu farklar dolayısıyla itikadda esas alınması gerektiği görüşüne dayanıyor. Peki, nedir bu farklar? Ve elbette, niçin? Dr. Said Başer Matbuat Dergisi'nde yayımlanan uzun söyleşisinde, "Eş'ari' de zât ve sıfat birbirinden ayrıdır. Ma'turidî de ise birbirinden ayrılmaz. Birbirinin aynı değildir; ama ayrı da değildir. Bu, ışığın güneşten ayrılmayacağı, ama ışığın güneşte olmaması örneği ile açıklanabilir." diyor ve ekliyor: "Sıfat tecellisinde, zat tecellisi gizlidir, ayrımı mümkün değildir. Bu cevap tam anlamıyla daha sonra Vahdet-i Vücud ismi konulan 'Varlığın Birliği' fikrinin esprisini taşıyor." Dr. Başer'e göre, "zat ve sıfatı birbirinden ayırmayan anlayış", bilim düşüncesini mümkün kılan bir entelektüel zemin hazırlar. Eş'ari ise, zat ile sıfatı birbirinden ayırarak akli bilimlerin önünü kapamış, sadece kelam, fıkıh, hadis gibi nakli bilimlere imkan tanımıştır! Kısaca, Dr. Başer, Maturîdîliğin hem Vahdet-i Vücüd'u (dolayısıyla, bir Türk tasavvuf sistemi olarak Yeseviliği), hem de aklî bilimleri meşrulaştırdığı, hatta temellendirdiği, kanaatindedir. Sormalı: Acaba öyle mi? Gerçekten Eş'ari zât ve sıfatı birbirinden ayırmış mı? Ve ayırmışsa, hangi anlamda? Önce şu: Gerçekten de Allah'ın 'zati' ve 'fiili' sıfatlarına ilişkin olarak Eş'ari ve Maturidî kelam anlayışları arasında da farklar olduğunu öne süren görüşler vardır; - ama, elbette aksini öne sürenler de! Doğrudur: Maturidîler fiili sıfatların Allah'ın zatıyla kaim, kadim sıfatlardan olduğunu; Eş'arilerse bu sıfatların (fiili sıfatların) nisbi ve hadis sıfatlar olduğunu ifade ederler. Ebu'I Muin El-Nesefi'rıin Tebsiret el-Edille'sinde bu fark, Maturidilik açısından şöyle izah edilmektedir: "Bizce fiili sıfatlar dahi zati sıfatlar gibi kadimdir ( ... ) Eş'arilerce fiili sıfatlar kadim değildir, hadistir. Bizce "Tekvin' sıfatı kadim olup, hadis olan 'Mükevven'dir, yani bunların (Eş'arilerin, H.Y.) kail oldukları gibi, "Tekvin' ile 'Mükevverı' yekdiğerinin aynı değildir. Binaenaleyh 'Mükevven' hadis ise de, 'Tekvin' hadis değildir." İyi de, Nesefî'nin bu tespiti doğru mudur? Başka türlü söylersem, Nesefi'nin Maturidi'ye atfettiği bu fark, hakikaten mevcut mudur? Doğrusu ya, Dr. Said Başer'in Eş'ari'yi ve elbette Gazali'yi, onun büyüklüğünü yeterince kavrayamamış olduğunu söyleyeceğim. Zira Gazali. Nesefi'nin iki kelam okulu arasında öngördüğünü belirttiği zat ve sıfat farkının, inanılmaz bir felsefi salabetle, dilin tuzaklarından kaynaklandığını ima eder. Böyle bir ayrım, hakikatte söz konusu değildir çünkü. Gazali, El İktisad'da 'zatî'" sıfatlar ile' fiili' sıfatların, birbirlerine bilkuvve ve bilfiil nisbetleri olduğunu belirtir. Bir başka deyişle zatî ve fiili sıfatlar arasında var olduğu iddia edilen fark, aslında, bilkuvve olan ile bilfiilolan arasındaki farktan öte bir şey değildir. Fark, ilahi bir sıfatın bilkuvve veya bilfiil mevcud oluşuna göre, zati veya fiili sıfat adını almasındadır. Yani, Eş' ari' kelamında da zât ile sıfat, tıpkı Maturıdî kelamında olduğu gibi, ne aynıdır, ne gayrı. Kısaca, bir sıfatın bilfiil veya bilkuvve mevcut olması, 'zatî' ve 'fiili' ayrımını meşru göstermez. El İktisad'da Gazali'nin verdiği örnek yeterince açıklayıcıdır: "Mesela, kılıç daha kınında iken 'keskin' dendiği gibi, kılıç ile herhangi bir kesme eylemi hasıl olduğu zaman da, fiile iktiranından dolayı 'keskin' denir. ( ... ) Kılıç kınında iken bilkuvve ve kesme eylemi hasıl olduğu zaman da bilfiil keskindir. ( ... ) İşte bunun gibi, daha kınında iken kılıca 'keskindir' denmesine sebep olan manaya uygun olarak Yüce Allah da 'ezelde Halık'dır' denmesi doğru olur." Görülüyor: Neseff'nin bir nevi mahiyet farkı olarak, gördüğü zat ve sıfat ayrımı, Gazali'nin bilfiil ve bilkuvve kavramlarıyla yorumlandığında bir mahiyet farkı olmaktan çıkmaktadır. Bakıllânî de Kitabu't- Temhid' de aynı şeyleri söyler: "Fiili sıfatlardan maksad, Allah'ın daha bir fiil haline getirmeden önce muttasıf bulunduğu bütün sıfatlardır. Binaenaleyh, bunlar bu durumda kaldıkları müddetçe kadimdir,

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1923
ISBN
978-975-10-2884-6
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Memleketimizde hiçbir anı Minelbab İlelmihrab kadar ilgi çekmemiş, Meclis'e kadar yansıyan gürültü koparmamıştır. İki kez yayını durdurulan eserin ancak 1948'de, yazarın ikinci Aydede dergisinde tam yayını mümkün olabilmiştir. Önemli yoğunluktaki yeniden basılması istekleri karşısında, hâlâ mizahi bir anlatımla o devrin tanınmış kişilerini gözümüzde canlandırdığına ve Mütareke yıllarına ışık tuttuğuna inanıyoruz. Bu anılar, yazarı dediği üzere, bir savunma olmayıp yalnızca günü gününe hislerin işlendiği Mütarake Devrinin özel bir tarihçesidir. (Tanıtım Bülteninden)

Yalnız gelen felakete dayanmak, çiftli veya üçüzlüsüne göğüs germekten zordur.

Fransızların "Bir felaket hiçbir zaman tek başına gelmez" sözü meğerse büyük hakikatlerden imiş. Hatta hususi mahiyette, aile hayatıyla alakalı bir dert de yine tam bu sırada başıma gelmiş değil miydi? Fakat Fransız atasözü eksikti. Ben daha mühim bir hakikat keşfediyorum: Yalnız gelen felakete dayanmak, çiftli veya üçüzlüsüne göğüs germekten zordur. Bir dert diğer bir derdin tesirini azaltır, dertler çoğalınca her biri ayrı ayrı gücünü kaybeder, kuvvetler birleşeceğine dağılır. Belki de fizik kaidelerine uymayan bu muadele, ruhiyat bakımından vakıaya uygundu. Hangi birini düşünürsün? Başlarsın hepsini de az düşünmeye! Tek fikir üzerinde derinleşmeye imkan yoktur ki ... Çaresiz bir onu, bir bunu; biraz ondan, biraz bundan düşünmeye ... Hiçbiri "fikrisabit" halini almaz. Adeta bir nevi dert hovardası, zamparası olursun, büyük, öldürücü kedere yer kalmaz. İnsanların harplerdeki felaketlere mukavemeti galiba felaketlerin çeşitliliğindendir. Can korkusuna açlık ıstırabı, açlığa kömürsüzlük, kömürsüzlüğe de muhacirlik karışır.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
724
Baskı Tarihi
2004
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran tarafından, "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak nitelendirilmiştir. Moran'a göre Tutunamayanlar'daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Oğuz Atay, özellikle Tutunamayanlar romanında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka,kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır.

Can sıkıntısı ve matematiksel soyutlama

Can sıkıntısı, Selim'in önemli bir derdiydi. Bir işi yapmadan önce geçirilmesi zorunlu olan zaman onu müthiş sıkardı. Turgut'un da bu konuda, kendisine yakınlık duyduğunu anlayınca hemen 'metotlarını' açıklamıştı: "Otobüste, evle okul arasında geçen zamanın bana nasıl bir yük olduğunu bilemezsin. Böyle zamanları, yaşanmamış zaman haline getirmemek için olmadık oyunlar icat ederim. Kendimi kaptırmadan, belirli bir süreyi atlatabileceğimi sanmıyorum. 'Duraklar arası maç oyunu da bunlardan biridir." "Nasıl?" demişti Turgut: "Anlat." "Oynanırken pek tatlı değildir ama, anlatırken ben bile sanki bir şey yapıyormuşum gibi heyecanlanıyorum. Çünkü, neden? Çünkü oyunun, oynanırken verdiği ve gene de hiç¬bir şey yapmamak kadar ağır olmayan sıkıntısını hafifletmek istiyorum; kendimle biraz olsun alay etmeden, kendi kendime yarattığım boşluğa dayanamıyorum. Bunun için, dinlerken, beğensen de, beğenmesen de bana haksızlık etmiş olacaksın. Olayın yalnız hafif yönünü öğrendiğin için, beni bir bakıma istismar etmiş olacaksın. Hiçbir şeye benzetemezsen o daha kötü. Neyse, bu kısa ve son tahlilde gene bizi inciten girişi bir yana bırakalım. Her resmi Türk genci gibi, yani, sporla ilişkisi hiçbir zaman maç seyretmekten öteye gitmeyen her namuslu ve bunalmış vatandaş gibi siz de ayrı bir duhuliye ödemeden bu oyuna katılabilirsiniz. Ben de, bir çok vatandaşım gibi, soyutlama gücünden yoksun olduğum için ve özellikle zaman kavramını soyut olarak, yani ele gel¬mez bir kavram olarak düşünemediğim için süreye, ancak iki nokta arasında bir cismin hareketi olarak katılabiliyorum. Bu açıklamanın, değil dinleyenler için, benim için bile fazla soyut olduğunun farkındayım. Belki bizler, yani bu toprakların yetiştirdiği şu ya da bu çeşit değerler, soyutlaşmaya başladığımızı bu kadar çabuk farketmeseydik ve bu kadar çabuk korkuya kapılmasaydık, bizlerden de büyük matematikçiler yetişir ve ansiklopedilerde taş basması resimleri çıkardı. Bu acıklı durumu da hemen, fazla üzülmeden geçelim ve somut örneklerle yetinelim. Sözün kısası, benim oturduğum evle, üniversite arasında on dört durak vardır. Adlarını ezbere bildiğim, her gün birer birer geçilmesi gereken on dört durak. On dört resmî Türk otobüs durağı. Benim gibi otobüse tıkılmış başka insanlar bu süreyi nasıl geçirir bilemiyorum. Yüzlerinden anlaşılmıyor ki. Hiçbir şey belli etmiyorlar. Tabii, ben de içimden bu oyunu oynadığımı belli etmiyorum onlara. Onların yüzünü takınıyorum. Belki hepimiz bir yüz takınıp başka bir oyun oynuyoruz. Hiç olmazsa ben kendimi, sana ifşa ediyorum Turgut. Bunun değerini bil. Bundan sonra kimseye kötülük etme ve bütün dilencilere sadaka ver. Her durakta karşı takıma bir gol atarım, onun attığı bir golü silerim. Nasıl mı? Turgut! Yüksek matematikteki başarısızlığın yüzünden okunuyor. Canım, ilk durakta, yani bindiğim durakta on dört-sıfır yenik durumda girerim maça. Geçtiğim duraklar benim yenilgimi önce hafifletir, sonra yavaş yavaş, zaman yenik düşmeye başlar bana. Üniversitede inerken, on dört-sıfır galip durumda olan benim, anlıyor musun? Zaman, hiçbir zaman kazanamaz bana karşı. Otobüs bir durağı, durmadan geçerse, bu o gün olacak başka olaylar için iyi bir işarettir. Yedinci durağa kadar içimi buruk bir acı ve endişe kaplar. Sanki, daha dün, zamanı aynı biçimde yenilgiye uğratan ben değilmişim gibi içim titrer. Dalıcı bir forvet gibi saldırırım zamansporun kalesine: on üç-bir, on iki-iki, on bir-üç... Tabii buradaki sayı sisteminde, gerçek spor kurallarıyla bir uyuşmazlık var gibi geliyor insana. Bu kadar ince düşünen insan, zamanı bu ince düşünceleriyle geçirir; benim oyunumu ne yapsın? Programımız burada sona eriyor, zamanım doldu. Bana müsaade..."

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
402
Baskı Tarihi
Haziran 2010
ISBN
978-605-384-211-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Yakamoz
Editörü
Ender Haluk Derince
Mütercimi
Selim Yeniçeri
Bu cesur ve tamamen resmî olmayan portre, Steve Jobs’in isletme tarihindeki en büyük ikinci oyunu nasil sahneledigini anlatiyor. Kitap, bizi, 1970’lerdeki Silikon Vadisi’nin bas döndürücü günlerine geri götürüp Jobs’in olagan disi hayatina sokuyor: • Lisede toplum disina itilmis bir ögrencilik hayati • Ilk kurdugu sirketin iflasi • Gözden düsüsü • Apple’in ve bilgisayarin gelisim serüvenin arkasindaki itici güç hâline gelerek ilk büyük basariya ulasmasi • Müthis dönüsü üzerinde çalisarak Pixar’la birlikte eglence sanayinde devrim yapisi • Apple’daki tahtini geri isteyisi • Ve iPod’un sira disi basarisiyla, dijital çagin muhtemelen en büyük yenilikçisi olarak sayginligini geri kazanisi Kitap bittiginde, Disney Pixar’i henüz satin almis ve Jobs’u Disney’in en büyük hissedari yapmisti. Artik üçüncü oyun için de zemini hazirdi!

Haftada seksen saatten az çalışan biri tembeldir!

Steve sadece çok zengin değildi; aynı zamanda şirketten yılda çeyrek milyon dolar maaş alıyordu ama mühendislerinin yılda 30,000 dolardan fazla almasını reddediyordu ve bu, Apple'da çalışan mühendisler arasında en düşük maaştı. Haftada seksen saatten az çalışan birinin tembel olduğunu düşünüyordu.