din

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
456
Baskı Tarihi
2016
Yazılış Tarihi
2016
ISBN
9786055029630
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kolektif Kitap
Editörü
Öykü Özçinik
Mütercimi
Poyzan Nur Taneli
Orijinal Adı
Homo Deus: A Brief History of Tomorrow

Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabıyla insan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu anlatan Harari, Homo Deus'ta çarpıcı öngörüleriyle yarınımızı ele alıyor. İnsanlığın ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık peşindeki yolculuğunu bilim, tarih ve felsefe ışığında incelediği bu çalışmasında, insanın bambaşka bir türe, Homo deus'a evrildiği bir gelecek kurguluyor.

Yola "önemsiz bir hayvan" olarak çıkan Homo sapiens, tanrılar katına ulaşmak uğruna kendi sonunu mu hazırlıyor?

Anlamdan vazgeçmek

Sonuç olarak modern sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. Peki bedeli ne oldu? Modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. İnsanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir?

Anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. Ancak insanevladının bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortada. İnsanlar bununla nasıl baş ediyor? Ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak?

Kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi, piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. Ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zaman da kör de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değil. Tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. Mahkemeler ve polis dahil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
523
Baskı Tarihi
2000
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
975-470-514-3
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Mütercimi
Yasemin Saner Gönen
Orijinal Adı
Turkey, A Modern History

1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)

Osmanlı şeriat devleti miydi?

Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve devlet arasında hiçbir fark gözetmediği fikri eskiden kabul görürken, modern araştırmalar, Osmanlıların din ve siyaseti, en azından uygulamada, belli ölçülerde ayırdıklarını belirtme eğilimindedir. Şeriat kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürmesine karşın, 18. yüzyıla gelindiğinde, uygulamada, aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin sınırları içerisine hapsolmuş durumdaydı. Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, Sultanlar’ın örf ya da kanun denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu ‘nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolej’de Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938’de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)
Neden Altını Çizdim?
Bu prototipin bugün olgunlaşmış hali Adnan "hoca" ve "cemaati" sanki.

İslamiyette tesettür meselesi!

Melal yeni partinin ilçe idare heyeti azasından olmuş­tu, nutuklar ve konferanslar veriyordu. Mebus listesinde yer alması ihtimali kuvvetliydi. Eh, okumuş yazmış bir kadındı da ... yaşı müsait olduğu gibi malumatfuruşluğu 1 ile de dik­kati çekiyordu.

O akşam parti ilçe binasında "İslam demokrasisinde kadının mevkii" üzerine bir konferans mevzuu hazırlamış­tı. Malumatın çoğunu Şeyh Baki'den topladığını, vukufuna hayran kaldığını söyledikten sonra Bersad'a dedi ki:

"Fakat Aşık'tan öğrendiğim birçok şey var ki fena tevil edilir korkusuyla konferansımdan çıkarmaya mecbur ol­dum. Mesela İslamiyette tesettür meselesi... Şeyh'in anlat­tığına göre kadının örtünmesi hakkındaki hükümler son­radan verilen ağır şekilleri haklı gösterecek mahiyette de­ğildir. Kur'an sadece dışarıda kadınların örtülerini omuz­larından aşağı sarkıtmalarını emrediyormuş, hatta ziynet ve süslerinin bir kısmını gizlemelerine lüzum göstermiyormuş.
Evden çıkarken bir sokak elbisesi giymelerini tavsiye ediyor­muş, o da tanınıp incinmemeleri içinmiş ... "

"Bunları karıştırma güzelim! Galiba seçimde halk dini­ne bağlıyı bile kafi bulmayacak, mutaassıp olanları tercih edecek."

"O yolu açan biz değiliz iktidardakiler başladı."


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
Nisan 2013
ISBN
978-975-352-011-9
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Pınar
Allah (c.c), kendi yolunun küllenmiş işaretlerini hatırlatmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, mesajlarını yaymaya çalışırken hem kendilerini engellemek isteyenlerin, hem de taraftarlarının zulümlerine maruz kalmışlardır. Bu taraftarlardan bir kısmı peygamberin getirdiği sahih inancı olduğu gibi yaşamaya çalışırken, bir diğer kısmı kitabı tahrif etmek, bidat ve hurafelere tâbi olmak ve peygamberlerini adeta ilahlaştırmak gibi durumlara düşmüşlerdir.

Ehl-i Sünnet

Ehl-i Sünnet eğilimini, tarihi süreçte geçirdiği değişim ve ulaştığı sonucuyla tamamen anlayabilmek için ciddi ve kapsamlı bir araştırmaya her zaman ihtiyaç vardır. Fakat maalesef belirli önyargılardan kurtulunamadığı veya ithamlardan, eleştirilerden korkulduğu için bu iş yapılamamıştır. Bizim burada en genel hatlarıyla bahis konusu ettiğimiz Ehl-i Sünnet çok farklı anlam ve boyutlara sahip bir eğilimdir. Bugünkü ulaşılan şekliyle zıtlıkları, farklılıkları bünyesine toplamış, öncesinden oldukça farklı bir konuma ulaşmış durumdadır. Eğilimin ilk safhasını siyasî olduğu kadar, itikadı kaygılar oluşturur.

İslâm’ın yönetimden uzaklaştırılmasına kadarki dönemde başgösteren ayrılık ve kavgalar bazı sahabeleri sessiz olmaya, olaylara karışmamaya sevkeder. Bunlar arasında Abdullah b. Ömer, Sâd b. Ebî Vakkas, Muhammed b. el-Ensa- rî, Usame b. Zeyd gibileri de vardır. Onların tarafsızlığı, birbirleriyle kavga eden ve savaşanların müslümanlık iddiası taşımalarından kaynaklanır. Gelecekteki müslümanları şaşkınlık ve hayrete sürükleyen o olayların tarafları söz ve yaşantılarıyla müslümanlardır ve bir taraftan olmak bazılarına imkânsız görünür. İki taraftan birisini destekleyip, diğerine karşı savaşmak kolay karar verilebilecek bir durum değildir. Bu nedenle geçmişte de bazı insanlar tarafsız kalmayı gerekli bulurlar. Bu anlayış Tabi’în veya sonrasında da olaylar değerlendirildiğinde aynen korunur. Tarafsız kalınmaya çalışılır. Bununla ilgili olarak Ebü Hanife nin sözleri, ilgili tavrı ve gerekçesini açıklar niteliktedir: “Sen durumları iyi olan bir toplulukta idin. Daha sonra onları, birbirleriyle iyi olarak bırakıp ayrıldın. Sonra onların iki zümreye ayrıldıklarını ve birbirlerini öldürdüklerini duydun, onlara geldin. Ayrılırken iyi olarak bıraktığın halde, sonradan biribirini öldüren bu kimselere sorduğun zaman iki zümreden her biri kendisinin zulme uğradığını söyledi. Oysaki leh ve aleyhlerinde kendilerinden başka şahit de yoktur. Aralarındaki öldürme fiili sabit olduğu halde mazlum ve zalim ortada yoktur. Çünkü hasım olan bu iki tarafın birbiri için şahadetleri caiz değildir. Bu takdirde birbirini öldürmekten dolayı her iki tarafında, isabetli olmadıklarını bilmen gerekir. Ya iki taraf da hatalı, yahut biri hatalı, diğeri isabetlidir.”

Görünüşte Mürcie’nin düşüncesine bazı noktalarda yaklaşan ancak temelde tamamen farklı olan bu eğilim, zamanla statükoyu meşru görme eğilimine dönüşecektir ki, bunun ilk dönem tarafsızlığı ile ilgisi yoktur. Bunun açık delili, aralarında Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve benzeri seçkin şahsiyetlerin siyasi nedenlerle şehit edilmeleridir. Onların tarafsızlığı haksızlıklara müdahale etmemek biçiminde değil, görünüşte müslüman olan veya müslüman olduklarını söyleyen insanların hatalarına engel olmak ancak, iman! yönü Allah’a havale etmek biçimindedir. Bundan dolayıdır ki sonunda hayatlarını bile ortaya koymuşlar ve tarafsızlıklarının asıl yönünü göstermişlerdir. Bu durum da açıkça göstermektedir ki bu günün çoğunluk açısından suya sabuna dokunmayan zihniyetiyle aynı isim altında (Ehl-i Sünnet) zikredilen o şahsiyetlerin tavırları arasında hiç bir ilgi bulunmamaktadır.

Bu ilk dönemlerde Ehl-i Sünnet ismine rastlanmaz. Ancak Şia, Havaric, Mürcie, Kaderiyye, Mu’tezîle vs. gibi fırkaların bid’at olduğu anlayışına sahip olup, bunların karşısında Selef itikadını savunan insanlar, kendilerinin diğerlerinden farklı olduklarını göstermek için değişik isimler alma ihtiyacı hissederler. Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l Eser, Ehl-i Sünnet ve’l İstikamet, Ehl-i Hadîs vs. gibi isimler alırlar. Ancak yine de sistemli bir bütünlük halinde ortaya çıkılmaz ki, geneli ifade etmesi açısından üçdört yüzyıl Ehl-i Sünnet ismine rastlanmaz. Bu açıdan, kendi zamanlarının itikadı veya siyasî eğiliminden bahseden İbnû’r Ravendî, en-Nevbahtî, es-Serrac, Ömer Hayyam, imam Gazzâlî, İbn Rüşd’ün tanıklıkları kayda değer niteliktedir. Onlar kendi zamanlarıyla ilgili olarak Ehl-i Sünnet veya benzeri bir eğilimin varlığından (bugünkü anlamda veya ona yakın biçimiyle) bahsetmezler.189 Ancak bu durum daha önceleri Ehl-i Sünnet veya benzeri isimlerin kullanılmadığı, bu isimlerle kendilerini niteleyenlerin olmadığı anlamına gelmez, bundan bahsetmiştik. Önemli olan nokta, genel, sistemli, bütün bir eğilimin olmayışıdır. Ancak 12. veya 13. yüzyıldan sonra bugünkü anlam ve boyutlarda konuya ilişkin isim ve kavramlara rastlanmaya başlanır. Bu zamana kadar da çok şeyler olur ve değişir.

İtikadî yönüyle bid’at eğilimlere muhalefet ve selef itikadına bağlılık biçiminde başlayan tavrın en temel özelliği ilk dönemler için kelâm karşıtlığı olur. Onlara göre kelâm en önemli bidatlardandır ve ona karşı olmak gerekir. Onlarca kelâm, felsefe gibi düşünce biçimleriyle İslâm anlayışını değiştirmek veya yorumlamak yerine, Selefin anlayışı, değişmez ilke kabul edilir.


Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
264
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1981
ISBN
975-437-016-8
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken Neşriyat

Zihin maddeden önemlidir

Ondokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başında önce fi­zikteki gelişmeler eski fiziği model alarak kurulan materya­list dünya görüşlerini sarstı. Fizikteki ve ilim felsefesindeki çalışmalar sonunda önce pozitivist bilgi anlayışı sarsıldı; in­san zihninin dünyayı anlamamızda pasif değil aktif bir rol oynadığı anlaşıldı. Kaldı ki, İlmî düşüncenin dış dünyadan toplanan malûmât üzerinde yaptığı sınıflamalar, soyutlama ve tahliller onun ilgilendiği realiteyi ister-istemez değiştiriyordu. En pozitif ilim denilen fizikte bile maddenin en ufak parçalarının doğrudan doğruya bilinemediği, bunlar hakkındaki bilgimizin âlimlerin sübjektif tasvirlerine dayandığı gö­rüldü. Öyle ki, Max Planck gibi büyük bir fizik âlimi fiziğin ilimden ziyâde sanat olduğunu söylüyordu. Nihâyet, hakika­ti aramada ilmin dışında birtakım geçerli metodların da bu­lunduğu kabul edildi: Sanat, din ve ahlâk tecrübesi. Hattâ Einstein İlmî araştırmanın hem kaynağında, hem yönlendirilmesinde dinî insiyâkın bulunduğunu iddiâ etti. Zihnin maddeden daha önemli olduğu kabul edildikten sonra bu sonuca varmamak imkânsızdı.


Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
264
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1981
ISBN
975-437-016-8
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken Neşriyat

Manasız bir ayrım

İslâm ile hıristiyanlık arasındaki farklardan söz eder­ken, İslâm’ın hem maddî hem manevî tarafıyla insanı ele al­dığı, onun topyekûn varlığı için bir nizâm getirdiği söylenir. Hıristiyanlıkta "İsâ’nın hakkı İsâ’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a" denilerek din ve dünya hayatı diye iki hayat ayrılmıştır. As­lında "din hayatı ayrı, dünya hayatı ayrıdır" sözü insan ve toplum hakkında bilgisi bulunmayanların kolayca kabul edebilecekleri birşey olmakla birlikte, meseleyi biraz derin­liğine inceleyenler böyle bir ayırımın gerçekte bir manâ ifâ­de etmediğini görürler. 


Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
264
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1981
ISBN
975-437-016-8
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken Neşriyat

Dinin yerine geçecek başka bir sistem bulunmuş de­ğildir

Dinin yerine geçecek başka bir sistem bulunmuş de­ğildir. Bugüne kadarki tecrübelerimiz dinin ancak başka bir dinle yer değiştirebildiğini gösteriyor. Bâzı hallerde dünyevî doktrinlerin -komünizm gibi- dine meydan okudukları gö­rülmekle birlikte onların bu başarılarındaki en önemli fak­törün, dine ait bâzı özellikler taşımaları olduğu açıkça belli­dir: İnsanı dünyadaki yalnızlığından kurtarmak, ona kâinat­ta belli bir yer vermek, hayatın mâhiyeti ve hikmetini anla­masına yarayacak bir izâh şeması sunmak ve nihâyet bütün bunları bilginin sınırlı gücüne değil de imâna dayandırmak. Fakat hiçbir dünyevî, materyalist doktrin bu fonksiyonu din kadar ifâ edecek güce sahip olamaz. Bu yüzden insanların dine olan ihtiyaçları hiçbir zaman ortadan kalkmayacağa benzemektedir. Zaman zaman din müessesesindeki zayıfla­malar insandaki bu temel ihtiyacın azalmasından değil, mevcut dinin yeteri kadar tatminkâr olmayışından ileri geli­yor diyebiliriz.

Bugünkü Batı medeniyeti, getirdiği hoşnutsuzluklar dolayısiyle, insanları dine veya yarı-dinî doktrinlere itecek bir toplum düzeni, bir hayat tarzı yaratmıştır. Komünizm ve faşizm Batı medeniyetinin hoşnutsuzluklarına karşı birer tepki olarak ortaya çıkmış, insanlar bunlara "susuz kimsele­rin çeşmeye koşmaları gibi" harâretle koşmuşlardır. Bu su­suzluğun temelinde dinî cemaatın parçalanması, servetin put haline gelmesi, insafsız ve merhametsiz bir rekabetin tek geçerli eylem olması ve nihâyet bu hayattan zarar gö­renlerin sığınabilecekleri bir büyük manevî barınağın bulun­mayışı vardır.


Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
239
Baskı Tarihi
Mayıs 2010
Yazılış Tarihi
2009
ISBN
978-975-114-100-8
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Ayşe Tuba Ayman & Sakine Korkmaz
Geleneğin Tasfiyesi ya da Yeniden Üretilmesi Alafrangalığın Tarihi, alışılmış türden bir tarih kitabı değil. Osmanlı‘dan Cumhuriyet‘e dönüşüm sürecinde ve elbette Cumhuriyet‘ten sonra, alafrangalık, doğrudan doğruya modernleşmenin zihnî arka planını yeniden inşa etme bağlamında bir ‘kavram tarihi‘ olarak ele alınmaktadır. Hilmi Yavuz‘a göre ‘alafrangalık‘ kavramının tarihi; modernleşme, oryantalizm, rasyonalite (ve dolayısıyla, Aydınlanma) kavramlarının alımlanış biçimleri ile üstbelirlenmiş bir tarihtir.

Necat(salut) İhtiyacı

Edgar Morin ne diyor? Şunu: “XVIII. yüzyıl (Aydınlanma Çağı, H.Y.) için din, rahiplerin bir icadı, halkı aldatmak için bulunmuş bir hile idi. Bu yüzyıl (XVIII. yüzyıl) din’e duyulan ihtiyacın derin köklerini, özellikle de necat(salut) ihtiyacını anlayamamıştır.” Açık zihinli bir Fransız entelektüeli ne diyor, bizim Aydınlanmacılarımız ne diyor? Men çi guyem, tamburem çi guyed! Morin, XVIII. yüzyıl (Fransız) Aydınlanma’sını, ‘din’e duyulan ihtiyacın derindeki köklerini’ anlayamamış olmakla itham ederken şunu demek istiyor: Aydınlanma söylemi, giderek, Voltaire’in, Diderot’nun öngördüğü rasyonalite hedeflerinden sapmış; Robespierre’in ‘tanrılaştırılmış akıl’ını Aydınlanma söylemine hâkim kılmıştır. Kültleştirilmiş, kutsanmış ve tek yol gösterici tayin edilmiş olan akıl, insana kılavuzluk eden (ve elbette ‘necat’ ihtiyacına cevap veren) öteki söylemleri dışta bırakacak biçimde temellendirilmiştir. Halbuki ne Voltaire’in, ne de Diderot’nun amaçları buydu! Onlar, tıpkı Morin gibi, dinin ve ‘necat’ (salut) ihtiyacının bilincinde olan aydınlardı; keza Tanzimatçı Osmanlı aydınları da! Bugünün Robespierre’leri gibi değil! Baksanıza, ortalık küçük küçük Robespierre’ciklerden geçilmiyor!

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu ‘nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolej’de Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938’de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)

Fransuva Jozef'e dönmeye hazır şeyh efendi

Hain hain gülmeye başlamıştı: “Ah şeyhim ah! Ne kaybettiğini biliyor musun? Bugün benim yerimde olmak için kısalası ömrümden birkaç senesini verirdin! Modern çiftlik ağalarının ismini bulamadıkları o kürküyle, üstüne biri mavi, öbürü sarı iki tüy takılmış miğfer biçimi siyah kadife şapkasıyla ne dilberdi Neşide! Senin sarıklı baban da şapka düşkünüydü, şapkalı kadına bayıldığını senden işitmiştim. O şapkaperest Kazesker Efendi de görmeliydi... Görmek için vallahi kendisi de başına silindir giyer, torba sakalını biçime sokturup favorili bir Fransuva Jozef'e dönmeye razı olurdu, yobaz!” Şunu da düşünerek gülmesine devam etti: “Malkaralızade yazık ki dünyaya biraz evvel gelmiş. Kastamonu’da başına ilk şapka geçirilen sarıklı olamadığına mezarında pek üzülmüştür. Ya Müslüman kadınının şapka giydiği cümbüşlü zamana yetişemediğine öyle kızmıştır ki mezarında muhakkak süngüsü depremiştir.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
191
Baskı Tarihi
1995
Yazılış Tarihi
1953
ISBN
975-8068-00-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
Ankara
Yayın Evi
Bilgi Vakfı Yayınları
Mütercimi
Mehmet Akif Ersin
Orijinal Adı
Muhammed at Mecca
Ben şahsen, Muhammed'in, kendisine vahiy olarak gelen şeyin kendi bilincinin ürünü olmadığına inanmakta samimi olduğuna Kani oldum. Hz. Muhammed'in gerçekten bir peygamber olduğuna inanıyor ve biz hıristiyanların, 'Onları meyvelerinden tanırsın' anlamındaki hıristiyan prensibi gereğince bunu kabul etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü asırlar boyunca İslam, birçok üstün ve zühd sahibi insan yetiştirmiştir. Eğer O (Muhammed) bir peygamberse, o zaman Kutsal Ruhun peygamberler vasıtasıyla konuştuğuna dair hıristiyan doktrinine uygun olarak da Kur'an'ın ilahi kaynaklı olduğu kabul edilmelidir.
Neden Altını Çizdim?
Bizim kitabımız hakkında batılı ilim adamlarının vukufiyetleri hem şaşırtıcı hem can yakıcı...

Din Gelişen Bir Şey Midir?

Batılı alimler, bir çok nedenden dolayı, Kur'ân'ın çeşitli bölümlerinin ne zaman vahyedildiğine dair, en azından, kabaca bir fikir edinmenin yararlı olacağını düşünürler. Bu, onların müslüman cemaatin büyüyüp yeni ve farklı ihtiyaçlarla karşı karşıya kaldığında Kur'âni mesajdaki vurguların nasıl değiştiğini incelemelerine imkan tanır. Batılı alimler için bugün bir dinde yaşayan, büyüyen ve dolayısiyle değişen ya da -onların tercih ettikleri bir ifadeyle- gelişen bir şeyler görmek bilinen bir hakikattir. Hz: Muhammed'in dönemindeki Araplar için değişim nefret uyandıran bir şeydi ve gerçek olan şey değişmeyendi. Değişime karşı duyulan bu tür bir hissiyat İslam'da da varlığını devam ettirdi ve bugün bile çok az müslüman kendi dinini gelişen bir şey olarak düşünmeye hazırdır. 19'uncu Yüzyılda, Sir William Muir ve Hubert Grimme gibi Avrupalı alimler Kur'ân'ın kronolojisini çıkarmaya çalıştılar. Bunların en başarılısı Theodor Nöldeke idi.4 Geleneksel `esbab-ı nüzul'den elde edilen malzemeleri kullanarak; erken döneme ait olduğu kabul edilen 'sürelerin kısa âyetli, geç döneme ait olduğu düşünülenlerin de uzun âyetli olduğunu gözlemledi. Sonunda, âyetlerin ortalama uzunluğuna göre, kısaların erken dönemde, uzunların geç dönemde, orta uzunlukta olanların da orta dönemde indiğine dair kabaca bir belirleme yaparak bir sürenin tarihinin tesbit edilebileceğine ilişkin teoriyi ortaya attı. Müslüman alimler süreleri Mekki ve Medeni olarak ayırmışlardı (yani Hicretten önce ve Hicretten sonra); fakat Nöldeke, Mekke dönemini de kendi içinde üçe ayırdı. Bu dört dönemin her biri içinde her süreye belirli bir yer tayin etti; böylelikle aslında tüm Kur'ân"ı yeniden düzenledi. Nöldeke'nin Kur'ân tarihlemesi Batılı alimler arasında geniş bir kabul görmüştür.