En azılı katili, eli titrek bir hâkim mahkûm eder ve bir çingene asar.

İttihat ve Terakki'yi sorumsuz adamlar soysuzlaştırmışlardır. Halbuki devlet kuvvetlerinin yerini, hangi şahsi kuvvet tutabilirdi. En azılı katili, eli titrek bir hâkim mahkûm eder ve bir çingene asar. Devlet, kanun ve otorite hüküm sürdüğü zaman, Çakırcalı ipe takılmış bir cesetten başka bir şey değildir, İttihat ve Terakki'nin, Çakırcalının peşine sürdüğü devlet kuvvetini bile, çeteleştirmiş olduğunu hatırlarsınız.

Neden Altını Çizdim?
Bugün de vaziyetin çok farklı olduğu söylenenmez. Sadece biraz kurumsallaşma boyası altına gizlenmiş halde bu anlayış berdevamdır...

İttihatçı!

Büyük harpte herhangi bir kimse için: - İttihatçıdır! Hükmü doğru ve pek de yerinde olmazdı, İttihatçı demek, partinin anonim ve silik unsuru demektir. O zamanlar insanın üzerine yapışan damga "adam" sözü idi. Cemal Paşa'nın adamı, Enver Paşa'nın adamı, Talat Paşa'nın adamı... Kendi kendinin adamı kimdi, bilmiyorum. Her adamın da kendi adamı vardı. Gruplar büyüdüğü zaman artık Enver Paşa takımı, Talat Paşa takımı, Cemal Paşa takımı demek doğru olurdu.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz
Neden Altını Çizdim?
Acaba anlatılan tipe "halk filozofu" demek çok mu iyimser kaçmış?

Halk filozofu

Halk sınıfına mensup örnekleri Tevfik doğrudan doğruya açık ve realist bir ifadeyle yaşatıyordu. Zahiren muti, dalkavuk, büyüklerin yüzüne gülüyorlar, arkalarından alay ediyorlar, terzil ediyorlar; kalplerinde adalet hissinden doğma bir isyandan ziyade kıskançlıktan vücuda gelen bir gayz ve gizlet...Daha ziyade menfi sahalarda söyleyen, yaşayan Abdülhamid devrinin halkı. Karagöz'ün kendisi Tevfik'in elinde aslından daha sevimli ve manalı olmuştu. O da bütün öteki çaresiz halk gibi dalkavuk, onlar gibi geveze. Kulağında patlayan şamarı, tepesine inen yumruğu sırıtarak hazmediyor, fakat tavrı ile başka türlü harekete imkân olmadığını anlamak isteyen pratik bir halk filozofu olduğunu gösteriyordu.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
712
Baskı Tarihi
2010 Mayıs
Yazılış Tarihi
1968 Mart
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Pozitif Yayınları
Editörü
Dursun Çimen

Atatürk'ün kadına bakışı

Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarıını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medenî Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: ‘’Bize göre değil ha çocuklar...’’ dedi.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
712
Baskı Tarihi
2010 Mayıs
Yazılış Tarihi
1968 Mart
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Pozitif Yayınları
Editörü
Dursun Çimen

Kaçak yapılaşma

Bizim polisin elinden bir yankesici kaçamaz, fakat bir ev, bir mahalle, bir şehir kaçabilir. Buna akıl erdirebilir misiniz? Kusur halkta mı? Hayır, bizim şehir plâncılığını anlayışımızda! Ankara plânında bu türlü fakir ve işçi evleri için ayrılan bölge o vaktin ucuzluğu ile hemen hemen hiçe kamulaştırılacaktı ve arsa parası olmıyan, çalışarak, didinerek bir yuva edinmek istiyenlere orada yer gösterilecekti. Yapmadık, Şimdi yapmağa çalışmalıyız. Şehirler ebedîdirler: Plânlarındaki bozukluklar düzeltilmek ve yanlışlar geri alınmak için hiçbir zaman geç sayılmaz veolup bittiler ne kadar ehemmiyetli olsa da, onları köklerinden temizleyecek tedbirler alınmaktan kaçınılamaz. Bir gün imar mütehassısına Atatürk’ün yakınlarından biri için yaptıracağı bir ev projesi getirmişlerdi. Mütehassıs Örley bana geldi: — Çankaya’dan getirdikleri için tasdik ettim. Fakat bu sokağa dükkân yapılmayacak, dedi. Atatürk meseleyi duyunca: — Bizim için plân bozulmaz, hemen dükkânı hazfettiriniz, emrini vermişti. O ev şimdiki Mithatpaşa Caddesinde dükkânsız yapılmıştır. Fakat bir İstanbul Milletvekili, garaj bahanesi ile aynı sokaklardan birinde dükkân ‘’kaçırdı’’. Bir başka milletvekili kat ‘’kaçırdı’’. Belediye göz yumdu. Ve tıpkı İstanbul’da spekülâsyoncu ve arsa vurguncularının Prost’a oynadığı oyunu, Ankara’da yabancı şehircilere oynadılar. Yerli imar, Orta Anadolu’da, hiç şüphesiz bugüne kadar harcadığımızdan daha az masrafla elde edeceğimiz yeryüzünün en ileri şehri hayalini mahvetti.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz

Hafız Kız ve Şeytan

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini'nin yüzüne, Fakat Peregrini'nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı. Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet "Sadakallâhülâzim'de yavaşladı ve birdenbire kesildi. Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu. Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini'ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti. Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa: — Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti. Hilmi gene koştu. Paşa'nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia'nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe'sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu: — "Rab, meleklere: "biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz", dediği zajnan onlar: "biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun", dediler. Piyanist defterini cebine koydu. ../.. Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp'ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı.Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia'mn Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı. Hilmi sordu: — Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre? Rabia'nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki: — Hayır, Sezar'ın malını Sezar'a, Allah'a ait olanı Allah'a vermek gerek... Ben Sezar'ın, ben Şeytan'in zümresindenim. Çocuk Allah'ın, bırakın olduğu yerde kalsın.

Neden Altını Çizdim?
Bir asır geçmiş... Herşey ne kadar tanıdık!

Yüz yıl öncenin ergenekonu: Katiller ordusu

Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmez. Meşrutiyet gençliği gibi Cumhuriyet gençliğinin de başlıca eksiği budur. Her gün aramızdan iltimaslıların ayrıldığını görüyorduk. Sivil vazifeler daha cazibeli idi. İltimas, hepimizin şevkini kırdı. Akşamları mektepten çıktıkça bizi herkeslikten kurtarabilecek bir yardım arıyorduk. Ben de Harbiye Nezareti'nde birçok kişi tanırdım. Fakat harpten sonra orası bir neferin, eşiğinden adım bile atamayacağı korkunç bir üniformalar sarayı olmuştu. Birisi bana Merkezi Umumi'nin sivil çeteler yaptığını, bu çeteye bildiklerimizin kumanda ettiğini, gidip Dr. Nâzım'ı görmekliğimi söyledi. Sivil-askerliği tercih ediyordum. Hafta arası talimden sonra Merkezi Umumiye gittim. Doktor Nâzım bekleme odasına geldi; isteğimi kendisine anlattım. Yüzüme baktı, güldü: - Biz çetelere hapishaneden adam alıyoruz, dedi. Senin gibi genç arkadaşların yeri orası değildir. Bu katiller ordusundan bir şey anlamadım. Kafamdaki harp şiiri söndü. Tersyüzü gene harbiye mektebine döndüm.

Neden Altını Çizdim?
Bir asır geçmiş... Herşey ne kadar tanıdık!

Yüz yıl öncenin ergenekonu: Katiller ordusu

Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmez. Meşrutiyet gençliği gibi Cumhuriyet gençliğinin de başlıca eksiği budur. Her gün aramızdan iltimaslıların ayrıldığını görüyorduk. Sivil vazifeler daha cazibeli idi. İltimas, hepimizin şevkini kırdı. Akşamları mektepten çıktıkça bizi herkeslikten kurtarabilecek bir yardım arıyorduk. Ben de Harbiye Nezareti'nde birçok kişi tanırdım. Fakat harpten sonra orası bir neferin, eşiğinden adım bile atamayacağı korkunç bir üniformalar sarayı olmuştu. Birisi bana Merkezi Umumi'nin sivil çeteler yaptığını, bu çeteye bildiklerimizin kumanda ettiğini, gidip Dr. Nâzım'ı görmekliğimi söyledi. Sivil-askerliği tercih ediyordum. Hafta arası talimden sonra Merkezi Umumiye gittim. Doktor Nâzım bekleme odasına geldi; isteğimi kendisine anlattım. Yüzüme baktı, güldü: - Biz çetelere hapishaneden adam alıyoruz, dedi. Senin gibi genç arkadaşların yeri orası değildir. Bu katiller ordusundan bir şey anlamadım. Kafamdaki harp şiiri söndü. Tersyüzü gene harbiye mektebine döndüm.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı

Yerde yürüyen bir yıldızla karşılaşmak

...neden mi? bir defa herşeyden önce, umutsuzluğa hakkımız yok. diğer yandan sözünde duran tüccarlara, vefayı hala bir dağ bilip dostluklarını muhafaza edenlere, tek tük de olsa rastlamak mümkün. tevhidi, dilinden tüm azalarına ulaştırıp hayata, o gökkuşağı renginden bakan insanları bulduğumda, içime ışık doluyor. yüreğini, sadece bir aza olmadığını hissedip, niteliklerini doğru güzergahta kullanan insanlarla karşılaşınca, yerde yürüyen bir yıldızla yüzyüze gelmiş gibi oluyorum.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı

Peki şimdi ne yapayım?

Akıp gelen nehirden bir damla su alıp nehri yok saymak, buharlaşmayı getiyor nihayetinde. zindanlarla savaşırken, kendimize zindanlar ördük. tarih zindanı dedik, ulus zindanı dedik... ve bunlar doğruydu büyük ölçüde. fakat, herşeyi bir karşı olma üzerine bina etmek, belli bir süreye kadar cazip olabiliyor. bu sorgulanış doğruydu, yapılmalıydı. yapıldı da; tebliğimizi ulaştırdığımız insanlar ''doğru söylüyorsun, peki şimdi ne yapayım?'' dediğinde, yandı sırça sarayımız... sustuk... sadece sustuk, veya, arıyoruz dedik. muhatab da 'bulunca gel!' dedi, haklı olarak...