Cemil Meriç Külliyatı Jurnal üzerine
"Ne garip bir oyuncak şu insan!Yürür,konuşur ve acı çeker.70 kilodur.Kendisine ve çevresine ait hiç bir şey bilmez.Bir nevi ıstırap makinesi.İplerini başkaları çeker.Hantal ve şapşal bir robot.Neye sevinir bilinmez.Sınırsız olan yalnız hayalleri ve acı kabiliyeti.Etten bir kafes ve aciz içinde çırpınan bir ruh.Vücut araba,akıl arabacı.Ama gözleri bağlı arabacının,arabaya hükmeden atlar...Bu da haklı:Var olmak için yok olmak lazım,parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin.Bütün musiki,bütün şiir,bütün aşk,bu bir çuval kemik,bu asi ten,bu aptalca endişeler ne olacak? Ne olacağını bilen var mı? Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar.Alkış sahtekarların..."
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?
Neden Altını Çizdim?
İlk baskısı 1982 yılında eserde geçen bu sözler adeta bir kehanet gibi. Adım adım gerçekleştiğini bizzat müşahade ettiğimiz bir kehanet...
Bu mesele henüz halledilmiş değildir!..
Önümüzdeki günlerde yeni bir şeriat-tarikat münakaşasının bütün harareti ile ortaya çıkması ve İslami uyanışın iki değişik yönde çekişme konusu olması beklenebilir. Türkiye'nin geleneğinde din hayatının bu iki biçimi çoğunlukla te'lif edilmiş ve bir arada gitmiştir. Buna rağmen aradaki uzlaşmanın özellikle bugünkü nesiller bakımından organik bir anlam taşımadığını unutmamalıyız. Başka ifade ile, bu mesele henüz halledilmiş değildir.
Tasavvufun İslam'daki yeri nedir? Bu soru ilk bakışta ilmi bir mesele olarak görünmektedir ki buna din açısından verilecek cevap din alimlerinin işidir. Diğer taraftan İslam tasavvufu İslam medeniyeti ve kültürünün özel bir yanı olmak itibariyle incelenmeye değer olmalıdır. Tasavvufun dini ve felsefi düşünce tarihindeki kaynakları nelerdir? Gelişmesi ve teşkilatlanması nasıl olmuştur? İslam dünyasındaki fonksiyonu hakkında neler söylenebilir? Bunlar ve benzeri sosyolojik soruların yanında bir de felsefi ve psikolojik sorular var: Mistik yaşantının mahiyeti ve kıymeti nedir? Mistik iddialar ne türlü kriterlerIe tahkik edilebilir? Mistik bilgi ile ilmi bilgi arasındaki fark nedir? İlh.
Memleketimizde tasavvuf konusunda bugüne kadar çıkan kitap ve makalelerin bu sorulardan ziyade hep dinin nasları ile ilgili tarafı üzerinde toplandığını görüyoruz. Bir tarafta klasik tasavvuf kitapları veya bunlar istikametinde çoğu eskilerin tamamıyle tekrarından ibaret eserler, diğer tarafta din veya ilim açısından bunları tenkid eden ve -maalesef- birincilere göre seviye ve kalitesi hayli düşük olan yayınlarla karşılaşıyoruz. Tasavvufun aleyhinde bulunanların hücumlarının pek büyük bir kısmı klasik metinlerin kabataslak yorumlanmasından, yani bilgisizlik ve düşünce kısırlığından ileri gelmektedir. Fakat bunların karşısında tasavvufu savunanların da yine klasik metinlerin gölgesine sığınmaktan başka herhangi bir düşünce canlılığı gösterdiklerine şahit olmuş değiliz. Eski müelliflerin eserlerini tercüme ve şerh eden birkaç kıymetli araştırıcımızın metod kusurları onların çalışmalarının değerini önemli ölçüde azaltmaktadır. Bu çağdaş yazarlar metin açıklamalarında bile eski şerh metodunu tıpatıp uyquluyorlar, yani müelliflerin fikirlerini yine onların bakış açılarından genişletmekten ve misallendirmekten başka bir şey yapmıyorlar. O kadar ki, bu kitaplarda müellif ile yorumcuyu birbirinden ayırmak imkansızdır; bugün yapılan bir şerhin bundan beş-altı yüz yıl önce yapılmış olanlardan sadece tarih farkı vardır.
Sayfa Sayısı
352
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1979
ISBN
975-437-065-6
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. eri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. İnsana ve insanın gerçek hayatına kurulan tuzağın romanlaşmasıdır bu kitap.
Kaybedecek bir şeyi olmayanların şirretliklerini cesaret sanıyorlar.
Kaybedecek bir şeyi olmayanların şirretliklerini cesaret sanıyorlar.. aptallar. Cesaret .. ve kahramanlık değerli bir şeyler elde edebilmiş kimselerin üstünlüğü .. ve ayrıcalığıdır. Kelle koltuktaymış .. mendebur! Canının beş para etmediğini kendisi de biliyor da onun için kellesi koltuğunda.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
277
Baskı Tarihi
Ocak 2010
ISBN
978-975-289-670-3
Baskı Sayısı
0. Baskı
Ece Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu'dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!
Ağlamak
Dilini bilmediğin bir yerde ağlamak fenadır.Çünkü seni senin dilinde susturacak kimse yoktur. Böyle ağlayınca da kendisininkinden başka bir dilde susturulamaz insan. Annen susmadı.
Sayfa Sayısı
190
Yazılış Tarihi
1930
ISBN
978-975-10-3118-1
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Bence, Refik Halit’in affı kararı üzerinde bu içli yazılarının tesiri büyük olmuştur. Atatürk’ün bunları okuyup duygulandığını yakından biliyorum. Fakat, birkaç zamandır gönlünde beslemekte olduğu bu af arzusunun nihayet kanuni bir şekilde uygulanmasına yol açan yazı –buna bir eser de diyebiliriz- öyle sanıyorum ki, Refik Halit’in Deli adlı küçük bir komedya kitabıdır.Atatürk, hiçbirimizin görmediği bilmediği bu eserciği nereden bulmuştu ve ona kim göndermişti hatırlayamıyorum.
Neden Altını Çizdim?
Osmanlı zamanında komaya giren Maruf Bey, yaklaşık yirmi sene komadan çıktığında rejim değişmiş, cumhuriyet ilan edilmiş, bıraktığı dünyadan geriye pek bir şey kalmamıştır. Bu konuşmalar onun kısa sürede yaşanan değişimi öğrenirken nasıl dehşete düştüğünü anlatır.
Başpapaz neden mahrum kalsın?
ÖZDEMİR — Büyükbaba ile spordan bahis açmıştık...
VACİT BEY — (Maruf Bey'e) Spor, beden-i idman manasına geliyor, cimnastiğin yeni bir tarzı...
MARUF BEY— Hah şöyle... Anladım, anlıyorum. Hani Moda'da İngilizler yapardı... Koşarlar, top oynarlar, denize girerler...
AYTEN — Evet, öyle. Bunu şimdi bütün millet yapıyor, büyükbaba! Ben mükemmel yüzüyorum, Kaya Turgut'la Ali Şefik'i geçen gün geçtim.
VACİT BEY — (Mağrurane) Evet geçti. Sahildeki ahalinin alkışlarını görmeliydiniz.
ÖZDEMİR — Koltuklarım kabardı; bütün arkadaşlar gelip benim elimi sıktılar. "Kız kardeşinin vücudu enfes, bir diyan gibi..." dediler!
MARUF BEY— (Hayretle) Ya? (Tekrar eder) "Kızkardeşinin vücudu enfes..." dediler ha?
AYTEN — Denizden çıkar çıkmaz İstanbul Müftüsü alnımdan öptü.
MARUF BEY— Müftü Efendi alnından mı öptü? (Hiddetini belli etmeyerek) İyi ki Şeyhülislam Efendi de yanaklarından öpmemiş. Patrik Efendi de öptü mü?
AYTEN — Amerikan mektebi müdürü Mister Tomson göğsüme nişan taktı.
ŞEBNUR — Karşımızdaki kilisenin başpapazı da oradaydı ya...
MARUF BEY— Memnun oldum, başpapaz neden mahrum kalsın? (Birden) Haydi, hepiniz başımdan gidiniz bakayım!
HEP BİRDEN — Ne oldunuz?
MARUF BEY—Yoruldum, biraz dinlenmek istiyorum, şuraya kanapeye uzanacağım.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Hangi İslâm Devleti?
İmam'ın hayatında, İslâmî önderliğe ilişkin kimi sorularımıza ve sorunlarımıza cevap bulabileceğimizi sanıyorum. Bugün İslâmî hareketin temel sorunlarından biridir önderlik sorunu. Bu sorunun çözümü için öncelikle entellektüel birikim gerekmektedir. İslâmî önderliğin kendine özgü felsefesi ortaya konulmadan, konuşulup tartışılmadan, elbette sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacaktır. Çünkü önderlik sorunu devlet sorunundan önce gelmektedir. Müslümanların bir buhranı yaşadığı mahrumiyet şartlarında önde yürüme cesaretini gösterenlerden bazılarının, kendilerine İslâm tarihinin en netameli dönemlerinden örnek seçmeleri de gösteriyor ki, bu alanda entellektüel bir boşluk yaşanmaktadır.
İmam-ı Azam, asrısaadeti ve Hulefa-i Raşidin'i 'fazla ideal' bulup, kendilerine 'şanlı tarih'in saltanat zağarından önder ve örnekler beğenenlere iyi bir yol gösterici ve uyarıcı olabilir, İmanını canı pahasına muhalefet ettiği modelin en silik kopyalarına 'İslâm' diye, 'tarih' diye, 'devlet' diye sarılmanın ve onun rüyalarıyla yatıp kalkmayı 'devlet şuuruna ermiş olmak' sayıp, bunu bir ayrıcalık gibi sergilemenin ne büyük bir yanılgı olduğu artık öğrenilmeli.
Gerçekten de bugün 'İslâm devleti' kavramının birçok müslümanın zihninde oluşturduğu imaj, aslında İslâmla taban tabana zıt olan 'saltanat devleti'dir. Asrısaadet ve raşid halifelerin, hukukun üstünlüğünü esas alan, adalet ve şûraya dayanan nebevî yönetiminden değil de, sefahat ve istibdata dayanan saltanatlardan İslâmî yönetime ulaşmada kılavuzluk yapmasını istemek, hâlâ "kırk katır mı, kırk satır mı?" ikileminde bocalamak demektir. Bu durumda, 'nebevî hilâfet' ve 'sultanî hilâfet'in tarihini bilmek daha bir önem arzediyor.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
192
Baskı Tarihi
Ocak 2013
ISBN
978-605-08-0273-3
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Sakine Korkmaz
Kimin daha çok boş zamanı var?
Avcılık ve toplayıcılıkla yaşamın yeniden üreten bu insanların (yakhan Kızılderilileri) büyük bir kıtlık içinde ve zor doğa koşullarına karşı çetin bir mücadele veren insanlar oldukları görüşü, Sahlins'e göre bir ham hayalden ibarettir. Kıtlık ya da bolluk, insanın geçimini sağlamak, yani yaşamını yeniden üretmek için harcamak zorunda olduğu emek zamanı ile bağıntılıdır. Modern sanayi toplumlarında, bir işçi geçimini sağlayabilmek için günde sekiz saat çalışmak zorundadır. Buna karşılık, bir Paleolitik Dönem avcısının yaşamını yeniden üretmek, yani geçimini sağlamak için harcadığı zaman, bunun çok altındadır.
Sahlins şöyle diyor: "Herskovits, 1958 yılında Ekonomik Antropoloji kitabını yazdığında, Avustralya yerlilerinin ya da Boşimanların ekonomik kaynakları en kıt olan insanların klasik örneği olduğu görüşü, hemen hemen bütün antropologlar tarafından kabul edilmiş bir görüştü. Bugün ise, antropolojideki bu klasik anlayış tersine dönmüştür. Alan araştırmaları avcılar ve toplayıcıların bizden daha az çalıştıklarını, sürekli bir çalışma düzeni yerine, yiyecek arayışının kesintili olduğunu, boş zamanın çok fazla olduğunu ve bu insanların kişi başına düşen günlük ortalama uyku saatinin herhangi bir toplumsal örgütlenmenin sunacağı koşullardan daha fazla olduğunu göstermektedir."
Sahlins, Mac Arthur ile Mac Carthy'nin 1948 yılında Avustralya'da yapılmış ve 1960 yılında yayınlanmış alan araştırmasından da örnekler veriyor ve şöyle diyor: "Bu araştırmadan derhal çıkan sonuç, bu insanların çok ağır koşullarda ve ağır çalışmadıklarıdır. Yiyeceğin elde edilmesi ve hazırlanması için, günde kişi başına harcanan ortalama zaman, dört ya da beş saattir. Dahası, bunlar sürekli de çalışmamaktadırlar. Geçim çabası çok kesintilidir. İnsanlar o gün yeterli yiyeceği sağladıktan sonra çalışmalarını durdurmakta ve bu da onlara dinlenme ve eğlenme için çok geniş bir zaman bırakmaktadır."
Dolayısıyla Sahlins, taş devri insanlarının ucu ucuna ve kıtlık içinde yaşayan insanlar olmadıklarını, bu yüzden de insan topluluğunun 'yaban'dan 'uygarlığa geçişinin 'kıtlıktan bolluğa geçiş' biçiminde değerlendirilemeyeceğini öne sürmektedir.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
287
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-599-7
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Mahmut ali Meriç
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan/ entelektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz?.. Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız varsa, zaman eksenine düşünce mesaisi düşürebiliyorsanız, bu kavramlar üzerine kafa yorarsınız, bu sorulara cevap ararsınız, ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in “hakikatte içi de, dışı da bir” mağarayı anlattığı kitap, Mağaradakiler, bir “geniş ufuk” kitabı.
Bir mağara düşün dostum...
Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün... dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bir gösterse,"Bunlar nedir?" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh.
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
712
Baskı Tarihi
2010 Mayıs
Yazılış Tarihi
1968 Mart
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Dursun Çimen
Q harfinin hazin sonu :)
Bu arada bir (q-kü) harfi tehlikesi atlattık. Biz Türkçe kelimelerde (k)nın ince seslilerle daima (k), kalın seslilerle (ka) okunduğunu düşünerek (q-kü)yü alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı tasarısını getirdiğim günün akşamı Kâzım
Paşa (Özalp) sofrada:
- Ben adımı nasıl yazacağım? “Kü” harfi lâzım, diye tutturdu.
Atatürk de:
- Bir harften ne çıkar? Kabul edelim, dedi.
Böylece Arap kelimesini Türkçeleştirmekten alıkoymuş olacaktık. Sofrada ses çıkarmadım. Ertesi günü yanına gittiğimde meseleyi yeniden Ata’ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini bilmezdi. Küçük harfleri büyültmekle yetinirdi. Kâğıdı aldı, Kemal’in baş harfini küçük (kü)nün büyütülmüşü ile, sonra da (K)nın büyütülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden (kü) harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk (kü)nün majüskülünü bilmiyordu.Çünkü o (K)nın büyütülmüşünden daha gösterişli idi.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
312
Baskı Tarihi
Ekim 2010
Yazılış Tarihi
1969
ISBN
978-975-273-154-7
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Sevengül Sönmez
"Kurtlukta düşeni yemek kanundur" korkusunu her an enselerinde hissederek yaşayan köşeye kıstırılmış, kendileriyle ve geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla hesaplaşan insanları anlatıyor Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda. Cumhuriyetin en bunalımlı dönemlerinden biri olarak değerlendirilen "İzmir Suikasti" olayına karışan ve karıştırılanların dramı olarak da okunabilecek roman, İttihatçılar arasındaki iktidar kavgasını ve tasfiye sürecini de acımasız bir yalınlıkla ve özeleştiriyle ortaya koyuyor.
Esir Şehir Üçlemesi'nde taşıdığı umudu Yol Ayrımı'nda yitirmeye başlayan Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda mücadelenin kime ve neye karşı yapıldığının pek de öneminin kalmadığı günleri "hayal kırıklığını satır aralarına gizleyerek" ustalıkla betimliyor.
Neden Altını Çizdim?
Yaşlandık mı farkında olmadan?
Çelişmeli gibi görünen iki gerçek, kimileyin bir gerçeğin birbirini tamamlayan parçalarından başka bir şey değildir
"Çocuk, yirmi beş yaşına kadar babasıyla anasını saygıyla sever, yirmi beşten sonra yargılar, daha sonra da bağışlar..."
Emin Bey elini Gustav Le Bon'un kitabı üstüne koyarak bunu ne zaman, nerede okuduğunu bulmaya çalıştı, sonra birden niçin hatırladığını merak etti.
Okuduğu sayfada, Gustave Le Bon güvenli bir ukalalıkla "Çelişmeli gibi görünen iki gerçek, kimileyin bir gerçeğin birbirini tamamlayan parçalarından başka bir şey değildir" diyordu. Bunu okurken, daha doğrusu, kabul edebileceği gerçeklerden olup olmadığını araştırırken, çocuklarla baba-ana ilintisi neden araya girmişti? Gözlerini kıstı.
"Çünkü dayıcım... Türkçesi sorumluluktan kaçan bütün insanlar, doğruluktan, çok zor söz edecek kadar bencildirler..."
Biraz önce Murat'ın söylediği bu sözü, tekrar duyar gibi oldu. Gene, eni konu yüksek sesle "Halt etmişsin" dedi. Bu kelimeyi sadece, çok sevdiği yeğeni Gazeteci Murat için kullanıyordu, bir çeşit, "Aferin" anlamına... Gülümsedi. Oğlan biraz karışık söylemişti ama, bir şeyler söylemeye çabalamıştı. Okuyordu belli... Okuduğunu da tutuyordu aklında... "Okumuş gazeteci... Korkunç bir icat mı çıkaracak başımıza bu herif?.." Bakon'dan bir şeyler geldi aklına, zorlayıp toparladı: "Yaşlılar, hemen bütün söylenenlere karşı gelirler, uzun boylu danışırlar, mümkün mertebe az tehlike göze almaya çabalarlar, pek çabuk pişman olurlar, çoğu zaman tam kertesinde anlamazlar, bu yüzden değersiz başarılarla yetinirler..." Daldı. "Yaşlandık mı, farkında olmadan?.."