Sayfa Sayısı
190
Yazılış Tarihi
1930
ISBN
978-975-10-3118-1
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılap Kitabevi
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Bence, Refik Halit’in affı kararı üzerinde bu içli yazılarının tesiri büyük olmuştur. Atatürk’ün bunları okuyup duygulandığını yakından biliyorum. Fakat, birkaç zamandır gönlünde beslemekte olduğu bu af arzusunun nihayet kanuni bir şekilde uygulanmasına yol açan yazı –buna bir eser de diyebiliriz- öyle sanıyorum ki, Refik Halit’in Deli adlı küçük bir komedya kitabıdır.Atatürk, hiçbirimizin görmediği bilmediği bu eserciği nereden bulmuştu ve ona kim göndermişti hatırlayamıyorum.
Neden Altını Çizdim?
Osmanlı zamanında komaya giren Maruf Bey, yaklaşık yirmi sene komadan çıktığında rejim değişmiş, cumhuriyet ilan edilmiş, bıraktığı dünyadan geriye pek bir şey kalmamıştır. Bu konuşmalar onun kısa sürede yaşanan değişimi öğrenirken nasıl dehşete düştüğünü anlatır.

Başpapaz neden mahrum kalsın?

ÖZDEMİR — Büyükbaba ile spordan bahis açmıştık... VACİT BEY — (Maruf Bey'e) Spor, beden-i idman manasına geliyor, cimnastiğin yeni bir tarzı... MARUF BEY— Hah şöyle... Anladım, anlıyorum. Hani Moda'da İngilizler yapardı... Koşarlar, top oynarlar, denize girerler... AYTEN — Evet, öyle. Bunu şimdi bütün millet yapıyor, büyükbaba! Ben mükemmel yüzüyorum, Kaya Turgut'la Ali Şefik'i geçen gün geçtim. VACİT BEY — (Mağrurane) Evet geçti. Sahildeki ahalinin alkışlarını görmeliydiniz. ÖZDEMİR — Koltuklarım kabardı; bütün arkadaşlar gelip benim elimi sıktılar. "Kız kardeşinin vücudu enfes, bir diyan gibi..." dediler! MARUF BEY— (Hayretle) Ya? (Tekrar eder) "Kızkardeşinin vücudu enfes..." dediler ha? AYTEN — Denizden çıkar çıkmaz İstanbul Müftüsü alnımdan öptü. MARUF BEY— Müftü Efendi alnından mı öptü? (Hiddetini belli etmeyerek) İyi ki Şeyhülislam Efendi de yanaklarından öpmemiş. Patrik Efendi de öptü mü? AYTEN — Amerikan mektebi müdürü Mister Tomson göğsüme nişan taktı. ŞEBNUR — Karşımızdaki kilisenin başpapazı da oradaydı ya... MARUF BEY— Memnun oldum, başpapaz neden mahrum kalsın? (Birden) Haydi, hepiniz başımdan gidiniz bakayım! HEP BİRDEN — Ne oldunuz? MARUF BEY—Yoruldum, biraz dinlenmek istiyorum, şuraya kanapeye uzanacağım.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Düşün Yayıncılık
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.

Hangi İslâm Devleti?

İmam'ın hayatında, İslâmî önderliğe ilişkin kimi sorularımıza ve sorunlarımıza cevap bulabileceğimizi sanıyorum. Bugün İslâmî hareketin temel sorunlarından biridir önderlik sorunu. Bu sorunun çözümü için öncelikle entellektüel birikim gerekmektedir. İslâmî önderliğin kendine özgü felsefesi ortaya konulmadan, konuşulup tartışılmadan, elbette sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacaktır. Çünkü önderlik sorunu devlet sorunundan önce gelmektedir. Müslümanların bir buhranı yaşadığı mahrumiyet şartlarında önde yürüme cesaretini gösterenlerden bazılarının, kendilerine İslâm tarihinin en netameli dönemlerinden örnek seçmeleri de gösteriyor ki, bu alanda entellektüel bir boşluk yaşanmaktadır. İmam-ı Azam, asrısaadeti ve Hulefa-i Raşidin'i 'fazla ideal' bulup, kendilerine 'şanlı tarih'in saltanat zağarından önder ve örnekler beğenenlere iyi bir yol gösterici ve uyarıcı olabilir, İmanını canı pahasına muhalefet ettiği modelin en silik kopyalarına 'İslâm' diye, 'tarih' diye, 'devlet' diye sarılmanın ve onun rüyalarıyla yatıp kalkmayı 'devlet şuuruna ermiş olmak' sayıp, bunu bir ayrıcalık gibi sergilemenin ne büyük bir yanılgı olduğu artık öğrenilmeli. Gerçekten de bugün 'İslâm devleti' kavramının birçok müslümanın zihninde oluşturduğu imaj, aslında İslâmla taban tabana zıt olan 'saltanat devleti'dir. Asrısaadet ve raşid halifelerin, hukukun üstünlüğünü esas alan, adalet ve şûraya dayanan nebevî yönetiminden değil de, sefahat ve istibdata dayanan saltanatlardan İslâmî yönetime ulaşmada kılavuzluk yapmasını istemek, hâlâ "kırk katır mı, kırk satır mı?" ikileminde bocalamak demektir. Bu durumda, 'nebevî hilâfet' ve 'sultanî hilâfet'in tarihini bilmek daha bir önem arzediyor.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
192
Baskı Tarihi
Ocak 2013
ISBN
978-605-08-0273-3
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Sakine Korkmaz

Kimin daha çok boş zamanı var?

Avcılık ve toplayıcılıkla yaşamın yeniden üreten bu insanların (yakhan Kızılderilileri) büyük bir kıtlık içinde ve zor doğa koşullarına karşı çetin bir mücadele veren insanlar oldukları görüşü, Sahlins'e göre bir ham hayalden ibarettir. Kıtlık ya da bolluk, insanın geçimini sağlamak, yani yaşamını yeniden üretmek için harcamak zorunda olduğu emek zamanı ile bağıntılıdır. Modern sanayi toplumlarında, bir işçi geçimini sağlayabilmek için günde sekiz saat çalışmak zorundadır. Buna karşılık, bir Paleolitik Dönem avcısının yaşamını yeniden üretmek, yani geçimini sağlamak için harcadığı zaman, bunun çok altındadır. Sahlins şöyle diyor: "Herskovits, 1958 yılında Ekonomik Antropoloji kitabını yazdığında, Avustralya yerlilerinin ya da Boşimanların ekonomik kaynakları en kıt olan insanların klasik örneği olduğu görüşü, hemen hemen bütün antropologlar tarafından kabul edilmiş bir görüştü. Bugün ise, antropolojideki bu klasik anlayış tersine dönmüştür. Alan araştırmaları avcılar ve toplayıcıların bizden daha az çalıştıklarını, sürekli bir çalışma düzeni yerine, yiyecek arayışının kesintili olduğunu, boş zamanın çok fazla olduğunu ve bu insanların kişi başına düşen günlük ortalama uyku saatinin herhangi bir toplumsal örgütlenmenin sunacağı koşullardan daha fazla olduğunu göstermektedir." Sahlins, Mac Arthur ile Mac Carthy'nin 1948 yılında Avustralya'da yapılmış ve 1960 yılında yayınlanmış alan araştırmasından da örnekler veriyor ve şöyle diyor: "Bu araştırmadan derhal çıkan sonuç, bu insanların çok ağır koşullarda ve ağır çalışmadıklarıdır. Yiyeceğin elde edilmesi ve hazırlanması için, günde kişi başına harcanan ortalama zaman, dört ya da beş saattir. Dahası, bunlar sürekli de çalışmamaktadırlar. Geçim çabası çok kesintilidir. İnsanlar o gün yeterli yiyeceği sağladıktan sonra çalışmalarını durdurmakta ve bu da onlara dinlenme ve eğlenme için çok geniş bir zaman bırakmaktadır." Dolayısıyla Sahlins, taş devri insanlarının ucu ucuna ve kıtlık içinde yaşayan insanlar olmadıklarını, bu yüzden de insan topluluğunun 'yaban'dan 'uygarlığa geçişinin 'kıtlıktan bolluğa geçiş' biçiminde değerlendirilemeyeceğini öne sürmektedir.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
287
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-599-7
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Mahmut ali Meriç
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan/ entelektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz?.. Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız varsa, zaman eksenine düşünce mesaisi düşürebiliyorsanız, bu kavramlar üzerine kafa yorarsınız, bu sorulara cevap ararsınız, ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in “hakikatte içi de, dışı da bir” mağarayı anlattığı kitap, Mağaradakiler, bir “geniş ufuk” kitabı.

Bir mağara düşün dostum...

Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün... dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler. Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bir gösterse,"Bunlar nedir?" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı. Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi. Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
312
Baskı Tarihi
Ekim 2010
Yazılış Tarihi
1969
ISBN
978-975-273-154-7
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İthaki
Editörü
Sevengül Sönmez
"Kurtlukta düşeni yemek kanundur" korkusunu her an enselerinde hissederek yaşayan köşeye kıstırılmış, kendileriyle ve geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla hesaplaşan insanları anlatıyor Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda. Cumhuriyetin en bunalımlı dönemlerinden biri olarak değerlendirilen "İzmir Suikasti" olayına karışan ve karıştırılanların dramı olarak da okunabilecek roman, İttihatçılar arasındaki iktidar kavgasını ve tasfiye sürecini de acımasız bir yalınlıkla ve özeleştiriyle ortaya koyuyor. Esir Şehir Üçlemesi'nde taşıdığı umudu Yol Ayrımı'nda yitirmeye başlayan Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda mücadelenin kime ve neye karşı yapıldığının pek de öneminin kalmadığı günleri "hayal kırıklığını satır aralarına gizleyerek" ustalıkla betimliyor.
Neden Altını Çizdim?
Yaşlandık mı farkında olmadan?

Çelişmeli gibi görünen iki gerçek, kimileyin bir gerçeğin birbirini tamamlayan parçalarından başka bir şey değildir

"Çocuk, yirmi beş yaşına kadar babasıyla anasını saygıyla sever, yirmi beşten sonra yargılar, daha sonra da bağışlar..." Emin Bey elini Gustav Le Bon'un kitabı üstüne koyarak bunu ne zaman, nerede okuduğunu bulmaya çalıştı, sonra birden niçin hatırladığını merak etti. Okuduğu sayfada, Gustave Le Bon güvenli bir ukalalıkla "Çelişmeli gibi görünen iki gerçek, kimileyin bir gerçeğin birbirini tamamlayan parçalarından başka bir şey değildir" diyordu. Bunu okurken, daha doğrusu, kabul edebileceği gerçeklerden olup olmadığını araştırırken, çocuklarla baba-ana ilintisi neden araya girmişti? Gözlerini kıstı. "Çünkü dayıcım... Türkçesi sorumluluktan kaçan bütün insanlar, doğruluktan, çok zor söz edecek kadar bencildirler..." Biraz önce Murat'ın söylediği bu sözü, tekrar duyar gibi oldu. Gene, eni konu yüksek sesle "Halt etmişsin" dedi. Bu kelimeyi sadece, çok sevdiği yeğeni Gazeteci Murat için kullanıyordu, bir çeşit, "Aferin" anlamına... Gülümsedi. Oğlan biraz karışık söylemişti ama, bir şeyler söylemeye çabalamıştı. Okuyordu belli... Okuduğunu da tutuyordu aklında... "Okumuş gazeteci... Korkunç bir icat mı çıkaracak başımıza bu herif?.." Bakon'dan bir şeyler geldi aklına, zorlayıp toparladı: "Yaşlılar, hemen bütün söylenenlere karşı gelirler, uzun boylu danışırlar, mümkün mertebe az tehlike göze almaya çabalarlar, pek çabuk pişman olurlar, çoğu zaman tam kertesinde anlamazlar, bu yüzden değersiz başarılarla yetinirler..." Daldı. "Yaşlandık mı, farkında olmadan?.."

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Düşün Yayıncılık
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.

Saltanat hiç kalkmamış bir kurumdur

Saltanata gelince, o zaten asrısaadet ve hulefa-i raşidin dönemi dışında arada bir aksamalara rağmen hiç kalkmamış bir kurumdur. Ancak çok el değiştirilmiştir. Şimdi ise saltanat artık klâsik yöntemlerle değil modern yöntemlerle işliyor. Esasen İslâm'ın dışında hiçbir yönetim sistemi saltanatı kaldıracak bir mekanizmaya da sahip değildir. Saltanatı hukuk karşısında bir imtiyaz olarak alırsak, bu tanıma göre bugün hiçbir yönetim yoktur ki saltanat olmasın. Şimdilerde, 'evrim' geçiren marksizmde sınıf saltanatı, militarizmde asker saltanatı, demokraside meclis ve "gizli odaklar" saltanatı, kapitalizmde para saltanatı sürüp gidecektir. Çünkü sayılan tüm bu sistemlerde hukukun mutlak üstünlüğü diye bir şey yoktur. Bu yasaları birileri yapar ve bu sistemlerde muhakkak birileri hukukun üstündedir. Acıktıkları (ihtiyaç duydukları) zaman helvadan tanrılarını yiyen cahiliye müşrikleri gibi onlar da acıktıkları zaman üstünlüğü yalnız mazlum halka olan yasalarını yerler ve bir yenisini yaparlar.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
192
Baskı Tarihi
Ocak 2013
ISBN
978-605-08-0273-3
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Sakine Korkmaz

Gordon Childe ve Karşı Görüşler

İnsanoğlunun özgül tarihinin, yani onun uygarlığının tarihinin nasıl dönemselleştirilebileceği sorusuna getirilen en tartışmalı fakat en temelli cevap, Gordon Childe'ın cevabıdır. Childe, insanın yaşamını nasıl yeniden ürettiğine, yani geçimini nasıl sağladığına bakarak bir dönemselleştirme yapmıştır: (i) İnsanın yaşamını avcılık ve toplayıcılıkla yeniden ürettiği Paleolitik Dönem, (ii) İnsanın yaşamını tarım ve hayvancılıkla yeniden ürettiği Neolitik Dönem, (iii) yaşamın manüfaktür ile yeniden üretildiği kentler ya da kent uygarlığı dönemi. Gordon Childe, Paleolitik Dönem'i ünlü Tarihte Neler Oldu? adlı yapıtında 'Paleolitik Vahşet', Neolitik Dönem'i, 'Neolitik Barbarlık', üçüncü dönemi ise, 'Mezopotamya'da Kent Devrimi' başlıkları altında irdelemektedir.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
724
Baskı Tarihi
2004
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran tarafından, "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak nitelendirilmiştir. Moran'a göre Tutunamayanlar'daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Oğuz Atay, özellikle Tutunamayanlar romanında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka,kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır.

Kültür, sadece bazı isimleri hatırlamaktan ibaret değildir

Hüsnü Bey bunalıyordu. Okumaya fazla düşkün olmadığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği filozoflar, kafasında birbirine karışıyor; Necmettin'in notlarından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışıyordu. Bu Necmettin'in notları da ne kadar okunaksızdı. On Binlerin Ricatı'nı yazanın Aristophanes mi yoksa Ksenophanes mi olduğunu çözmeye çalışırken Platon'un aile nazariyesi, Dante'nin devlet mefhumuna karışıyordu. Hüsnü Beyin en büyük talihsizliklerinden biri de yanlış isimlerin daima daha önce aklına gelmesiydi. Kültür, sadece bazı isimleri hatırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri yerli yerinde ve başka isimlerle münasebetini bilerek kullanmak demekti. Kelimeler, kelimeler... diye düşündü Hüsnü Bey, Shakespeare'in adını bile duymadığı halde. Bu kelimeler, kültür mü demekti? Hakikaten, kültür ne demek acaba? Hüsnü Bey için kültür onun dört kere tek dersten sınıfta kalmasına sebep olan Amme hocası Ordinaryüs Profesör -o zamanki adıyla müderris- Ekrem Galip Bey (Aydıner) demekti. Eğer böyleyse, 'Kültür', insanı küçümseyen, insanın ne mal olduğunu bir bakışta anlayan iri kıyım bir şey demekti.

Sayfa Sayısı
190
Yazılış Tarihi
1930
ISBN
978-975-10-3118-1
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılap Kitabevi
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Bence, Refik Halit’in affı kararı üzerinde bu içli yazılarının tesiri büyük olmuştur. Atatürk’ün bunları okuyup duygulandığını yakından biliyorum. Fakat, birkaç zamandır gönlünde beslemekte olduğu bu af arzusunun nihayet kanuni bir şekilde uygulanmasına yol açan yazı –buna bir eser de diyebiliriz- öyle sanıyorum ki, Refik Halit’in Deli adlı küçük bir komedya kitabıdır.Atatürk, hiçbirimizin görmediği bilmediği bu eserciği nereden bulmuştu ve ona kim göndermişti hatırlayamıyorum.
Neden Altını Çizdim?
Osmanlı zamanında komaya giren Maruf Bey, yaklaşık yirmi sene komadan çıktığında rejim değişmiş, cumhuriyet ilan edilmiş, bıraktığı dünyadan geriye pek bir şey kalmamıştır. Bu hikâyenin mutlaka dizisi, filmi yapılmalı...

Fesuphanallah, alkışlanacak başka rezalet kalmamış mı?

MARUF BEY— (Özdemir'e hitaben) Ver bakayım şu gazeteyi... ÖZDEMİR — (Yattığı yerden uzanır) İkdam yanımda değil, Cumhuriyet'i okuyunuz. MARUF BEY — (Ürkerek) Senin ağzından başka laf çıkmaz mı? Bu hezeyanları nereden buluyorsun? Muhakkak Avrupa'daki Conlar gönderiyor, o Ahmet Rıza ve hempaları... ÖZDEMİR — (Daima büyükbabasının sözlerine dikkatsiz) Bu gazeteyi tavsiye ederim, pek asridir. Geçen gün güzellik müsabakası tertip etti, size birinciliği kazanan kızın resmini göstereyim, bayılırsınız. MARUF BEY— (Gazeteye henüz bakmadan) Rum mu? Galata haspalarından biri olacak, demek şimdi bu karıları müsabakaya sokuyorlar, resimlerini basıyorlar, beğenen... ÖZDEMİR — Ne Rumu? Bizim Bakırköy'de akrabadan Şefik Bey yok mu, onun kızı... Meliha işte o. MARUF BEY— (Teessüfle) Ben kızı tanımıyorum amma acıdım, niye böyle piyasaya düştü, babası zaptiye nezaretine müracaat edip men edemiyor mu? ÖZDEMİR — Anlayamadım, ne buyurdunuz? Şefik Bey'e dün rast geldim, pek memnundu, kızını önüne katmış, azametle Boğaziçi'nde maarif vekilinin yalısına götürüyordu; halk etrafına birikmişti; alkışlıyordu. MARUF BEY— Fesuphanallah, alkışlanacak başka rezalet kalmamış mı? Demek kendi eliyle götürüyor? Bırak bu bahsi oğlum, yüreğime inecek. (Gazeteye göz gezdirir) Yanlış vermişsin, al bu Tartı... Ben Fransızca bilmem. ÖZDEMİR — Hangi Fransızca? Elinizdeki gazete Türkçedir. MARUF BEY — (Tekrar dikkatle bakar, evirir, çevirir) Bu bizim torunlar da galiba hep alaycı... Yahu bunun içinde bir tek kelime Türkçe yok! ÖZDEMİR — Ha sahi, siz bilmiyorsunuz, eski harflerin pabucu çoktan dama atıldı. Artık Arapça hurufat kullanmak yasak! Latince! Latince!

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
520
Baskı Tarihi
Haziran 2006
Yazılış Tarihi
2006
ISBN
975-293-478-1
Baskı Sayısı
5. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğan Kitapçılık
İpek Çalışlar’ın yazmış olduğu “Latife Hanım” kitabı Doğan Kitap’dan çıkmış ve 520 sayfa. Nurten Şerbetçi'nin Haksöz-Haber için yaptığı değerlendirme: Cumhuriyet’in Elit Kadın Modeli Yazan: Nurten ŞERBETÇİ Yazı Kaynağı: Haksözhaber

Halide, Latife, Rakı ve Şarap

Mustafa Kemal Paşa, içkiye genelde mesafeli duran Halide Edip'i birlikte içki içmeye davet etti. "İzmir zaferini kutluyoruz, siz de bizimle birlikte içmelisiniz!" "Bugüne kadar hiç ağzıma rakı koymadım Paşam. Fakat şampanyayla kutlayabilirim" diye cevap verdi. Mustafa Kemal Paşa rakı kadehini dudaklarına götürürken, eliyle Halide Edip'i gösterdi, "Hanımefendinin huzurunda ilk defa içiyorum. Yanında içmekten hep çekinmişizdir" diye sözlerine devam etti. O gece, Latife de Halide Edip'e katılmış, rakıyı geri çevirip şampanyada karar kılmıştı. Mustafa Kemal, Halide Edip'in yorumuna göre Latife'nn tercihinden rahatsız olmuş ve Latife'nin genelde rakı içtiğini söylemek ihtiyacını duymuştu. Aslında Latife rakıyı hiç sevmez, konyak ve şampanya içerdi. Ama anlaşılan İzmir günlerinde rakı içen Mustafa Kemal'e eşlik etmiş olmalı.