Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
216
Baskı Tarihi
2013
Yazılış Tarihi
2009
ISBN
978-605-114-003-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Ayşe Tuba Ayman - Sakine Korkmaz
İslam büyük ve muhteşem bir medeniyetse eğer, Osmanlı da büyük ve muhteşem bir kültürdür. Bu mirasın, her nasılsa, bugün bize yaşayarak kalanı ile yetinsek bile; bu onun büyüklüğünü, sezgisel düzeyde de olsa, idrake yeterlidir. Osmanlı’nın kuşatıcı estetik ve entelektüel mirası üzerine yazılanlar, maalesef, çoğu defa bilineni tekrarlamaktan veya deskriptif olmaktan öteye gitmiyor. Halbuki, onun sistemli, kavramsal ve analitik bağlamda yeniden inşası gerekiyor. Şayet bu yapılmazsa Osmanlı kültürünün büyüklüğünü, sezgisel idrakimize değil, zihinsel idrakimize mâl etmemiz mümkün olamayacaktır.

Osmanlı için dünya bir temâşâ (contemplation) nesnesidir

Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Dünyayı kullanılabilir kılmak, bu dünyayı enstrümantal aklın (yani, doğa bilimlerinin ve teknolojinin) bir nesnesi durumuna getirmeyi içeriyor. Doğayı bütünüyle temellük etmek, onu insanî amaçlar için ehlî ve kullanılabilir kılmak, Osmanlı kültürünün değil, Batı (Avrupa) kültürünün ayırt edici özelliğidir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile doğanın temellük edilmesi veya dünyanın kullanılabilir bir dünya haline getirilmesi arasındaki bağıntı, Osmanlı kültüründe kurulamaz. Osmanlı'da bilim ve teknolojinin, kendine özgü bir doğrultusu olmuştur ve bu dünyayı, kullanılabilir kılmakla ilgili değildir. Osmanlı kültürü, doğayı, kullanılabilir bir dünya olarak temellük edilecek bir şey olarak görmüyor; onun için (Osmanlı insanı için) doğa, bir temâşâ (contemplation) nesnesidir. Nâilînin; Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık Her birini bir özge temâşâ ile geçtik beyti, bize Osmanlı insanının doğa karşısındaki tavrını kuşatıcı bir biçimde verir. Burada doğa, bir temâşâ (contemplation) nesnesidir; ama temâşâ edilen, doğanın kendisi değil, onun yüzündeki nakışlardır. Doğa, doğrudan değil, dolayımlı (mediated) verildiğinde ancak, bir temâşâ nesnesi olabilir. Temâşâ nesnesi, nesnenin kendisi değil, nesnelerin işaretleridir. Burada, seyretmekle temâşâ etmek arasında, belirtilmemiş bir fark öngörülüyor. Seyretmek, doğayı, eşyayı dışından ve yüzeyden tanımaktır. Eşya, göründüğü biçimi ve göründüğü kadarıyla kendi hakikatini sunmaz bize. Önce onu görünüşünden soyutlamamız; geçici, fâni ve ilineksel olanı tasfiye etmemiz gerekir. Nakış, burada üsluplaştırmaya (stilizasyon) tekabül eder. Bir doğa nesnesi, örneğin bir çiçek, görünen (havass-ı hamse ile idrak edilen) doğanın bir reddiyesi, olumsuzlanmasıdır (negation). Nâilî'nin beytindeki anahtar kavramlar, 'temâşâ' ve 'mestâne'dir. 'Temâşâ', eşyanın anlamına (hakikate) nüfuz etmeyi; 'mestâne' ise, bu anlama nüfuz etme hazzını dile getirir. Öyleyse temâşâ (contemplation), 'kendinden geçme'yle; mestâne, hazdan mest olmakla gerçekleşiyor. İşte Osmanlı şiiri bu 'temâşâ' ve 'haz' sorunsalı üzerine kurulmuştur denebilir. Yahya Kemal, Erenköyünde Bahar şiirinde, Hazzıyla harâb idim edanın Hâlâ mütehayyilim sedanın Gönlümde kalan akislerinden derken de işte tastamam bunu anlatmak istiyor. 'Sedâ'nın kendisi değil, ama şairin 'gönlünde kalan akisleri'dir onu hazdan harâb eden. 'Ses'in kendisinden değil, 'gonülde kalan akisler'inden söz etmek ise, sesin bir temaşa nesnesi olarak idrak edildiği anlamına gelir.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Düşün Yayıncılık
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Neden Altını Çizdim?
Herşey güzel de, bu satırlar sanki "nebevi yönetimin" nasıl olması gerektiği konusunda mutlak bir ittifak varmış gibi yazılmış. İşin içine içtihadlar girince bu sefer İran'da olduğu gibi "din adamlarının" saltanatı başlamış olmayacak mı?

Nebevi yönetimle saltanat çelişir

Dini saltanatlarına aracı kılmak için önce siyaseti dinden ayırdılar. Ardından dinsiz kalan siyasetin eline dini teslim ettiler. Buna da halkın gözünü boyamak için ihtiyaç duydular. İşte lâik anlayış saltanatın en büyük dayanağı olarak böyle ortaya çıktı. Çünkü nebevi yönetimle saltanat çelişiyordu. Nebevi yönetim hukuk devletiydi. Hukukun üstünlüğüne dayanıyordu. Bu hukuk elbette kaynağı ilâhî olan İslâm hukukuydu; yani İslâmdı. Bu hukukun üstün olduğu bir yerde saltanat mümkün değil yaşayamazdı. İslâm hukuku yaşamasına izin vermezdi. Hukukun ruhuna aykırıydı. Yapısı gereği İslâm hukuku kendi üzerinde bir otorite tanımaya müsait değildi. Bu ister fert, ister aile, isterse bir grup veya zümre olsun. Hukuku uygulayanların bizzat kendileri de hukuka karşı sorumluydu ve o hukuk, karşısında herkesi eşit görmek istiyordu. Ferdin, grubun, zümrenin, sınıfın hakları tanzim ve tespit edilmişti bu hukukta. Ferdin topluma zulmünü onaylamadığı gibi toplumun ferde tahakkümüne de imkân vermezdi. Bir yönetimin saltanat olması için adının illâ da padişahlık, krallık, meliklik olması gerekmemekteydi. Bu pekala kendisini çoğulcu diye niteleyen günümüz demokrasileri için de geçerliydi. Hatta adı krallık olduğu hâlde tarihte adalete ve hukukun üstünlüğüne dayanan yönetimler (Davud ve Süleyman (a)'ın yönetimleri) olduğu gibi, adı demokrasi olduğu hâlde zümre ya da meclis saltanatına dayanan rejimler de vardı. Adı ister monarşi, ister oligarşi, ister demokrasi, ne olursa olsun saltanat bir imtiyaz rejimiydi. Muhakkak bir imtiyazlı zümre ortaya çıkarıyordu. Devlet pastasının kaymağını ya bir fert, ya bir aile, ya bir meclis, ya da bir sınıf ve zümre yemek istiyordu. İşte bu noktada İslâm hukukunu karşılarında buluyorlardı. Nebevi yönetim buna izin vermiyordu. Çünkü başta İslâm hukuku, devletin pastalaşmasını hoş görmüyordu. İslâm'ın reddettiği iki anlayış bu noktada işbirliği yaptı: Saltanat ve dünyevîleşme. Nebevi yönetimi ortak düşman ilân ettiler. İkisi işbirliği yaparak ona yüklendiler.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu ‘nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolej’de Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938’de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)
Neden Altını Çizdim?
Adam Fawer'ın "Empati" romanında anlattığı fantastik "empatlar" aslında gerçek!...

Empat Şeyh!

Baki sustuğu zaman bile bir şeyler söyleyen, hem de ruha hitap edermişçesine etrafındakileri oyalayan ve fikirlerini, hislerini başkalarına gizli bir cereyanla sızdıran insanlardandı. Memnunluğunu yanındaki Bersad ile Neşide'ye nakletmişti; onlar da sebebini bilmeden memnundular.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
758
Baskı Tarihi
MART 2009
Baskı Sayısı
4. Baskı
Yayın Evi
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
Orijinal Adı
EMİLİE

Emilie

Öngörü;bizi durmadan kendimizin ötesine taşıyan ve çoğu kez hiç bir zaman varamayacağımız yere yerleştiren öngörü..işte tüm mutsuzluklarımızın gerçek kaynağı budur.İnsan gibi geçici bir varlığın her zaman o kadar ender olarak gelen uzaktaki bir geleceğe bakması ve üzerinde bulunduğu şimdiki zamanı önemsememesi ne delilik!

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
158
Baskı Tarihi
2006
Yazılış Tarihi
1945
ISBN
975-07-0011-2
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Editörü
Seçkin Selvi
Mütercimi
Celal Üster
Orijinal Adı
Animal Farm
Hayvan Çiftliği, (orijinal adıyla Animal Farm) George Orwell'in mecazi bir dille yazılmış fabl tarzında siyasi hiciv romanı. Roman ilk olarak 1945'te yayınlandıysa da asıl ününe 1950'lerde kavuştu.
Neden Altını Çizdim?
Öyle güzel bir analoji ki...

Artık tartışma falan yoktu...

Kartopu ve Napolyon bu konuda da anlaşamıyorlardı. Napolyon'a göre, hayvanlar ateşli silahlar edinip bunları kullanmasını öğrenmek için eğitimden geçmeliydiler. Kartopu'na göre de, gittikçe daha çok güvercin gönderip diğer çiftliklerdeki hayvanları isyana teşvik etmeleri gerekiyordu. Birisi, eğer kendimizi savunamazsak, boyun eğmek zorunda kalırız derken; öteki, eğer her yerde yeni isyanlar görülürse, zaten kendimizi savunmamıza gerek kalmaz, diyordu. Hayvanlar önce Napolyon'u, sonra Kartopu'nu dinliyor ve kimin haklı olduğuna bir türlü karar veremiyorlardı. Doğrusu istenirse, her seferinde, o anda konuşmakta olanı haklı buluyorlardı. Sonunda Kartopu'nun planlarının tamamlandığı gün geldi. Ertesi pazar yapılacak Miting de, yeldeğirmeni için çalışmaya başlanıp başlanmayacağı konusu oya konacaktı. Hayvanlar büyük samanlıkta toplanınca Kartopu ayağa kalktı ve her ne kadar koyunların melemesi zaman zaman sözünü kestiyse de, yeldeğirmeninin yapımını savunma nedenlerini ortaya koydu. Sonra Napolyon cevap vermek için yerinde doğruldu. Son derece sakin bir şekilde, yeldeğirmeninin saçmalıktan başka bir şey olmadığını ve hiçbirinin buna oy vermemesini tavsiye ettiğini söyledikten sonra, hemen yine yerine oturdu. Topu topu otuz saniye konuşmuştu. Üstelik de kimin ne düşüneceğine hiç aldırmaz gibiydi. Bunun üzerine Kartopu fırlayıp ayağa kalktı, yine melemeye başlayan koyunları bağırarak susturdu ve coşkulu bir şekilde yeldeğirmeninin lehinde konuşmaya başladı. Hayvanlar şimdiye kadar yeldeğirmenine ilişkin iki farklı görüş arasında eşit bir şekilde bölünmüş gibiydiler, ama Kartopu'nun belagati onları kavradı götürdü sanki. Parlak cümlelerle, sefilane işlerin yükü hayvanların sırtından kalkınca, Hayvanlar Çiftliği'nin nasıl bir yer olacağını resmetti. Hayal gücü, artık ot kesicilerle, pancar dilimleyicilerin de ötesine geçmişti. Elektrik, dedi, elektrik, harman makinelerini, sabanları, kesek kırma makinelerini, silindirleri, biçerdöğerleri, saman bağlama makinelerini çalıştıracak. Ayrıca ahırdaki ve kümeslerdeki her bölmede ışık, sıcak ve soğuk su ve bir elektrikli ısıtıcı olacak. Sözleri bittiğinde, oylamanın nasıl sonuçlanacağı da açık seçik ortaya çıkmıştı. Ama tam o anda Napolyon ayağa kalktı ve hayvanların şimdiye kadar ondan hiç duymadıkları, ağlar gibi tiz bir ses çıkardı. Bu ses duyulur duyulmaz, dışarıdan da korkunç ulumalar geldi. Boyunlarında pirinç kakma tasmaları ile dokuz korkunç köpek sıçrayarak samanlığa girdi. Dosdoğru Kartopu'nun üstüne atıldılar. Kartopu yerinden tam zamanında fırlayarak onların kıskacı andıran çenelerinden kurtuldu. Anında kapıdan çıkmış, köpekler de peşine düşmüştü. Ağızlarını açamayacak kadar şaşırmış ve korkmuş olan hayvanlar, kovalamacayı izlemek için kapının önüne yığıldılar. Kartopu yola varan uzun çayırlık boyunca son sürat koşuyordu. Ancak bir domuzun koşabileceği gibi koşuyordu ama, köpekler yine de onun topuklarının dibine varmıştı. Tam o sırada ayağı kaydı. Hayvanlar bir an, köpeklerin onu kesinkes yakalamış olduğunu düşündüler. Ama yine ayağa kalkıp, eskisinden de hızlı koşmaya başladı. Derken köpekler yine ona yetişti. Hatta biri az daha çenelerini Kartopu'nun kuyruğuna geçiriyordu. Ne var ki Kartopu tam zamanında kuyruğunu sallayarak kurtuldu. Daha da hızlı koşmaya başlayarak, köpeklerle arasında ancak bir-iki adım mesafe kalmışken, çitteki bir delikten kayarcasına geçti. Bir daha da görülmedi. Suskun ve korku içindeki hayvanlar yavaş yavaş, yine samanlığa girdiler. Biraz sonra köpekler sıçrayarak geri döndü, ilk önce bu yaratıkların nereden çıktığını kimse anlayamamıştı. Ama sorun kısa sürede çözüldü. Bunlar Napolyon'un analarından ayırıp özel olarak yetiştirdiği eniklerdi. Daha tam olarak büyümedikleri halde, kurt gi¬bi vahşi görünüşlü devasa hayvanlardı. Napolyon'un yanından ayrılmıyorlardı. Diğer hayvanlar, tıpkı öbür köpeklerin Jones'a yaptığı gibi, bunların da Napolyon'a kuyruklarını salladıklarını farkettiler. Napolyon, peşinde köpeklerle, bir zamanlar Binbaşı'nın konuşmasını yapmak için çıktığı platforma tırmandı. Artık Pazar Mitingleri'nin sona ereceğini açıkladı. Gerek yoktu bunlara, yalnızca zaman kaybına yol açıyorlardı. İleride çiftliğin işletilmesine ilişkin bütün sorunlar, başında kendisinin bulunduğu özel bir domuzlar komitesi tarafından çözümlenecekti. Bu komite toplantılarını gizli yapacak, daha sonra kararlar diğer hayvanlara bildirilecekti. Hayvanlar pazar sabahları bayrağı selamlamak için yine toplanacak, "İngiltere'nin Hayvanları"nı söyleyecekler ve o hafta için kendilerine verilecek emirleri alacaklardı. Ama artık tartışma falan yoktu.

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
163
Baskı Tarihi
1987
Yazılış Tarihi
1987
ISBN
-
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Önsöz Kültür Üzerine, daha önce Felsefe ve Ulusal Kültür adıyla yayımlanan kitaptaki yazıların bir bölüğü ile, bu kitaptan sonra yazılmış yazılardan oluşuyor. Felsefe ve Ulusal Kültür'ün birinci basımının (1975) üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Doğaldır ki, bu süre içinde yazılardan bazılarını yeniden ele almak, onları yeni okumaların ışığı altında gözden geçirmek gerekti. Dolayısıyla, Felsefe ve Ulusal Kültür'den elinizdeki kitaba alınan yazıların tümünün, önemli değişikliklerle yeniden yazıldıklarını söylemek abartma olmayacaktır. Kültür Üzerine'nin bir bütünlüğü var.
Neden Altını Çizdim?
bugün çeşitli alanlarda yaşanan politika istikrarsızlıklarının altında yatan neden ulusal bir felsefemizin olmayışı olabilir mi?

ulusal felsefemiz var mı?

...felsefe de yöntem ve sorunlarını uygarlıktan, anlam ve içeriğini de, doğduğu ülkeden alarak ulusallaşır... Felsefe evrensel, tefekkür ise ulusaldır. Ulusal tefekkür, bir ulusun düşünüş yollarıdır... Felsefe objektif olduğu halde ulusal tefekkür subjektiftir. ...Bir Osmanlı-Türk felsefesi niye yok? Ulusal tefekkürümüz, niçin bir felsefe üretemedi? ...Prof. Niyazi Berkes "tutarlı bir biçimde eskiye karşı yeni ya da yeniye karşı eski" olmadıklarını belirttikten sonra şöyle diyor: "İster kişi olarak, ister düşün akımı olarak düşün alanında tüm tutarlı, çelişkisiz olanına rastlayamayacağız. Osmanlı-Türk düşün alanında toplumsal varlığın ulaşacağı ileri durumları görebilen, onları kavramlarla anlatabilen, yüksek ölçüde düşünürlerin gelmemesi bundandır. Bu, ancak geleneksel düşün biçimlerinden ve kavramlarından kurtulunduğu ölçüde mümkün olur. Bu da düşün özgürlüğünün varlığı derecesine bağlıdır. Osmanlı gelenekselliği, düşünce alanındaki kişilere bu yönde çok dar bir olanak bırakmıştır." ...Prof. Berkes, "yüksek ölçüde düşünürlerin" ortaya çıkmayışını, geleneksel fikirlerden ve kavramlardan kurtulamamakla, bu kurtulamayışı da, Osmanlı-Türk toplumunda fikir özgürlüğünün bulunmayışıyla açıklıyor. ... fakat niçin fikir özgürlüğünün bulunmadığı sorusu ortaya çıktığından, sorun döngüsel kalıyor.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
242
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
1943
ISBN
975-7663-92-1
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel
Bu kitap, uzun yıllar boyunca geçirdiği çilelerle, "güneşi seyrettiğin göklere bak, aksettiği kalıplara değil" diyecek bir iç olgunluğuna varan, böylece gerçek aşkı bularak "Son Menzil"e ulaşan kişinin serencâmını anlatır.

Köksüz çiçeği saksıya dikmez, vazoya koyarız

Gül ve bülbül tekrar eski saltanatlarına sahip olmayabilir ve Türk zevki onları unutmaktan bir şey kaybetmez. Fakat bir eski bestenin vecdinden yeni bir ahenk meydana gelmezse, Türk san 'atı ve zevki için bu gerçekten kayıptır. Bize maziden uzayıp gelmiş bir sevk zincirinin asil sesi lazım ... Köksüz çiçeği saksıya dikmez, vazoya koyarız; çünkü bir iki günlük ömrü olduğunu biliriz ve bu bir iki günden sonra da gideceği yer çöplüktür. Ondan ne başka bir gonca ne de mevsimden mevsime tazelenme ve çoğalma beklenebilir.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
253
Baskı Tarihi
Eylül 2009
ISBN
978-975-253-978-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Emine Eroğlu
Modern(leşmiş) okur-yazarların katı reflekslerinin aksine Hilmi Yavuz, şiirsel-düşünsel serüveninin başından beri çokyönlü okumalarıyla, kendine özgü bir yol üzerinde yürüyerek, özellikle tasavvuf irfanından devşirdiği birikimi ve inşa ettiği duyarlılığı hem şiiri hem de düzyazıları açısından temel bir kaynak haline getirmiştir. İslam’ın Zihin Tarihi de şiirden felsefeye, tasavvuf irfanından siyasete geniş bir ilgi alanına ilişkin tecessüsünü dersleriyle, söyleşileriyle ve yazılı tanıklıklarıyla dile getiren Hilmi Yavuz’un İslam üzerine yazdığı makalelerden oluşuyor.

Mutezilecilerin vahyi değil de filolojiyi referans olarak alan seküler akılları

Rasyonel teoloji, vahiyle akıl arasında varolduğu düşünülen çelişki ya da aykırılıkların tasfiyesine ilişkin bir okumanın, Muhammed Arkoun'un kavramsallaştırmasıyla söylersem, 'seküler akıl' ile gerçekleştirilmesi dolayımında mümkün olabilir. Seküler akıl, kutsal metinlerin vahyi referans almadan okunmasına ilişkindir. Muhammed Arkoun, seküler akla karşılık, 'İslami akıl' dan (La Raison lslamique) söz ediyor ki bu, seküler aklın tersine, vahiy merkezli bir okuma anlamına gelir. Anlaşıldığı kadarıyla Mutezile, vahiyle akıl arasındaki görünüşteki çelişkiyi, Kur'an ve hadisleri referans olarak alan İslami akılla değil, Arap dilinin filolojik verilerinden yola çıkarak seküler akılla ortadan kaldırmak yolunu tercih etmiş görünmektedir. Mutezile kelamcılarının, 'takip ettikleri yolun İslami olmaktan çıktığı' yolundaki ithamlara, tastamam bu gerekçeyle muhatap oldukları biliniyor. Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar" adlı kitabında, Mutezile'ye karşı olan Eş'arilerin "akidelerini yalnız Kur'an ve hadise dayadıklarını ve bu iki kaynak dışına çıkmakta büyük tehlike gördüklerini" bildirir. Bu durumda söylenebilecek olan şudur: Ya Kur'an'daki müteşabih ayetlerin tevili, Mutezile'rıin yaptığı gibi akıl ile vahiy arasında herhangi bir çelişki ya da aykırılık olmadığını ortaya koymak amacıyla vahyi değil de filolojiyi referans olarak alan seküler akıldan yola çıkılarak gerçekleştirilecek; ya da Kur'an ve hadisler referans alınarak bu ayetlerin İslami akılla bilâ keyfe okunması cihetine gidilecektir.

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
219
Baskı Tarihi
1996
Yazılış Tarihi
1996
ISBN
975-355-187-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İz
Yazdığı tüm eserlerde "Müslümanca düşünme" kaygısını öne çıkaran Rasim Özdenören'in 1996 baskılı bu eseri, 28 Şubat döneminin baskıları altında dahi gayet mutedil şekilde kaleme alınmış ve "yeni dünya düzeni" persektifinden Müslüman'a İslam'a teslim olmayı öğreten bir eser.

İnsan hakları mı dediniz? VI

Cumhuriyetin ilanı, özünde Padişahı ve Halife'yi bertaraf etme amacını güdüyor idiyse de, bu amaçla iç içe olarak keza Hristiyan azınlığın haklarını teminat altına almak da hakim gayeler arasında sayılmalıdır. Cumhuriyet, bu gayesini gerçekleştirmekte o kadar kararlı ve o kadar ileri giden bir tutum sergilemiştir ki, Hristiyan alemine mahsus hukuku bu ülkede yaşana Müslim gayrimüslim bütün insanları kapsayacak hale getirmiştir. .. Peki bu ülkede yaşayan Müslüman çoğunluğa reva görülen muamele ne olmuştur? Onlar, kendilerine has giyim kuşamlarını giymekten yasaklanmıştır; onlar Hristiyan şapkası giymeye zorlanmıştır, giymeyenler ölümle cezalandırılmıştır; onların medreseleri kapatılarak dini eğitim görmeleri önlenmiştir; onların gazetelerde dini yayınlar yapmaları yasaklanmıştır; sureta din ve vicdan özgürlüğü öngörülmüş olmasına rağmen, dine dayalı örgütlere izin verilmemiştir.

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
219
Baskı Tarihi
1996
Yazılış Tarihi
1996
ISBN
975-355-187-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İz
Yazdığı tüm eserlerde "Müslümanca düşünme" kaygısını öne çıkaran Rasim Özdenören'in 1996 baskılı bu eseri, 28 Şubat döneminin baskıları altında dahi gayet mutedil şekilde kaleme alınmış ve "yeni dünya düzeni" persektifinden Müslüman'a İslam'a teslim olmayı öğreten bir eser.

İnsan hakları mı dediniz? V

Roger Garaudy, 1985 yılında, Fransız Millet Meclisi'nde, bir milletvekilinin insan hakları konusunda şu konuşmasını aktarıyor: "Şunu açıkça söylemeliyiz ki, üstün ırkların aşağı ırklar üzerinde tabiidir ki, hakları vardır..." Milletvekilinin bu sözü, insan haklarının ilan edildiği bir ülkede bunu söylemeye nasıl cesaret ettiği biçiminde itiraza uğrayınca, aynı milletvekili bu itiraza şu cevapla karşı çıkar: "Eğer bu itiraz haklıysa, İnsan Hakları Beyannamesi Ekvator Afrikası'nın siyahları için yazıldı ise, hangi hakla onları mübadeleye, ticarete zorlayacaksınız? Sizi çağırmıyorlar ki onlar" Ve devam eder: "İnsan hakları söz konusu olamaz, geri kalmış halkların üzerinde Batı'nın mutlak üstünlüğü vardır"