Türü
Hikâye
Sayfa Sayısı
158
Baskı Tarihi
Şubat 2009
Yazılış Tarihi
1997
ISBN
978-975-263-668-2
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Seval Akbıyık
Nazan Bekiroğlu'nun Timaş yayınlarından çıkan bir kitabı.. Yer yer roman tadında, sır kapılarını aralatan bir kitap.

Âyine-i Mücellâda Nihanız

Y/Yolculuk/ /Baharın ilk kuşları/ Ne çok sıkıntı çektik ömrümüz ilerledikçe, üstelik ölümlüydük. Onca güzeldik, onca güzelliğin nereye gittiğini düşünüp acı çekiyorduk. Kuşkusuz bir daha dönmemek için gittiklerinden olacak bunca güzeldiler. Dahası bir zamanlar olduğumuz 'ben' de onlarla beraber gittiği için. Baş döndürücü bir hız içinde sürüklenerek biteviye çirkinleşiyor, biteviye olmamız gerekenden başka bir şeye dönüşüyorduk. Yok oluyorduk. Ya onca güzelliğimize ne oluyordu? Yoksa onca güzelliğimiz de sadece bir aldatmacadan mı ibaretti? Kuşkusuz onları görmemizi sağlayan ışıktı aşk. Onun ışığında bütün ırmaklarımız yataklarına dönüyordu. Onun ışığında bütün acılarımız güzelleşiyor ve bütün acılarımız bizi güzelleştiriyordu ve biz yalnızlığımızdan azizeler yaratıyorduk. Başımızın üzerinde nurdan hâleler yoktu ama çarmıhımızı sırtımızda taşımadığımızı kim iddia edebilirdi? Her gün ne kadar çok çirkinlik gördük. Gözlerimizi ve kulaklarımızı ne kadar kapamaya çalıştı isek de her birinin yansımasıyla sadece, kalbimizi siyah bir leke sahiplendi. İstidadımız güzele olduğu halde, kalbimizde o kocaman kara lekeyi taşırken güzel olduğumuzdan herhangi birine bahsedecek güce sahip olduğumuzu nasıl iddia edebilirdik? Oysa biz hattat, mavi ırmaklar içinde doğmuştuk. Ağaç kovuklarından mavi ışıkların yükseldiği bir gece. Çobanlar ateş etrafında kır türküleri söylüyorlardı. Gökte mavi bir yıldız, 'ruhu besleyen', ufka çok yakın bir yerde tabiatın sırrını fısıldayacak kadar yakın gibi görünüyordu. Kalbimizde o siyah leke yokken daha, hayatı ve ölümü ve hattâ aşkı tanıdığımızı iddia ediyorduk. Kan ve ter içinde sırılsıklam, yaş içinde, atlarımızı mermer sunak kalıntılarının buz gibi sularında serinletiyorduk. Saçlarımızı arkadan tek örgü yapıp berrak su kıyısına eğildiğimiz zaman, ne kadar güzeliz, diyorduk. Su kıyısında öyküsünü bildiğimiz nergisler. Su kıyısında kendi görüntümüze âşık olabilecek kadar her şey yerli yerindeydi ve ırmaklar yaratıldıkları gün daha takip ettikleri seyr üzre yataklarında akıyorlardı. Ne kadar kolaydı gökte yıldız damlalarının birdenbire ve teker teker kopması. Karanlık ne kadar kolaydı. Ne kadar kotaydı içimizden havalanan güllerin sönüvermesi. Hep tökezledik yollarda. Bütün dallar elimizde kaldı. Gökkuşağına bakarken içimizin her zerresi, bütün kapılar hep aynı renkte sadece gri idi. Hep tökezledik yollarda. Taşlar ayaklarımızı ve çıplak dallar yüzümüzü kan içinde bıraktı. Çok yorgunduk, çok yorgunduk ve dinlenmek için bize serin bir su uzatacak kimsemiz hiç olmadı. Sadece başımızın üstündeki ürkütücü siyahlıktaki sonsuzluk içinde asılı duran bir bedr-i hilal halimizden anladı. Ve onun, durgun su içine düşmüş görüntüsü. Çok yorgun olduğumuz gibi çok da yalnızdık. Hep kendi halimize ağladık. Issız adada yol alırken, atımızı son gücümüzle mahmuzlarken biz, sonsuz karanlıkla taş kulelerin arkasında bulutlar yarıldı. Bulutların yarıldığı yerden senin ve benim için sadece o bedr-i hilâl ağladı. Ve onun durgun su içine düşmüş görüntüsü. Bu o hilâli ve onun en az kendisi kadar olağanüstü güzel görüntüsünü gönlümüzde taşımaya taliptik. Lâkin çok geçme¬di ve biz ahde vefasızlıkla karşılaştık. Kalbimizde siyah bir leke belirdi. Kalbimizde beliren o siyah leke bedr-i hilâlimizde de belirdi. Sadakatsizlik ve vefasızlıkla her karşılaşmamızda, sadakatsizlik ve vefasızlığı ve ihaneti her öğrenmemizde, kalbi¬mizdeki siyah leke biraz daha büyüdü ve bedr-i hilâlimizin ışığı, ışığı bedr-i hilâlimizin, vefasızlığı her gördükçe gözlerimiz, biraz daha söndü. Gün geldi başımızın üzerinde asılı duran ve bize en zor günlerde bile, en karanlık gecelerde bile güzelliği ikaz eden bedr-i hilâlimiz, kapkaranlık bir salkıma dönüştü, dönüşmekten öte, karanlığın kendisi oldu. Su kıyısında karacalar ve ceylânlar ne çok ağladılar. /Yolculuk sonu/ Yer o yer ama ne ben aynı ben’im ne sen aynı sen’sin. Üstelik sen ve ben, ben ve sen de değiliz.

Türü
Hikâye
Sayfa Sayısı
229
ISBN
975-406-53-49
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
Cem Yayınları
Hikayeler'in bu basımı Kafka'nın arkadaşı Max Brod'un hazırladığı Bütün Eserler'deki metin temel alınarak çevrilmiştir.
Neden Altını Çizdim?
Gerçek besin nedir acaba size göre?. Modern insan, postmodern insan gerçek bir besin mi arar yoksa açlık şampiyonunun dediği gibi tıka basa yiyen, tüketen, kapitalist dünyanın ürünlerini yiyen ve onun bir ürünü olan kişi midir modern insan.Gregor Samsa'yı hatırlayın bir de böcek olan Samsa neden Kızkardeşinin çaldığı kemanen sesine dışarı çıkıp, yazara "müzikten etkilendiğine göre böcek olabilir miydi" dedirtir.Onun aradığı besin böyle bir şeydi. Senin besinin ne?

Gerçek besin nedir ?

"Çünkü" dedi açlık şampiyonu ufacık başımı birazcık kaldırıp bir öpücük verecek gibi dudaklarını sivriltti, söyleyeceği bütün sözlerin duyulmasını ister gibi, yetkililerin dosdoğru kulağına "Çünkü hoşuma giden yemek bulamıyorum. Bulsam inanın böyle bir ün peşinde koşmaz, ben de sizin gibi başkaları gibi tıka basa karnımı doyururdum." Bunlar açlık şampiyaonun son sözleri oldu.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-00125-1-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğu Kütüphânesi
Editörü
Halil Açıkgöz
Bu kitabın yazarı aslında Halil Açıkgöz ancak altını çizdiğimiz tüm satırlar Cemil Meriç'e ait olduğundan yazarı Cemil Meriç olarak girdik.

Tanpınar İçine Giremez Camiin

İsmail Habib bizde ilk edebiyat tarihçisi. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi Tanzimat'tan zamanımıza kadar edebiyatçıların bir müdafaanamesidir. İlim adamı değildir İsmail Habîb. Samimiyeti kusurlarını örter. Tanpınar da samîmi, dürüst, mütecessis bir müsteşriktir. Maddî sıkıntı çekmedi. Babası kadıydı. ../.. Batı'yı bilir. Doğu bilgisi ise dekoratiftir, plastiktir. Renan dahi bir cami karşısında ürperir. Ki, Ali Milani Tanpınar'ın Sultaanahmet Camii penceresinden içeri bakarken ağladığını görmüş. Tanpınar içine giremez caminin.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Tarihi
2000
ISBN
975-7462-94-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergâh
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen "Yaşadığım Gibi" yazarın, şair, hikayeci - romancı ve edebiyat tarihçisi olarak millî kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.

Ameliye Tek Değil!

Ameliye tek değildir. Evvelâ bu ritim, ferd olarak hayatımızda mevcut. Yeninin taraftarı ve mücadelecisiyiz, fakat eskiye bağlıyız. İş bu kadarla kalsa iyi. Fakat kalmıyor, daha karışıyor. Hayatımızın bazı devirlerinde yeninin adamı olarak eskinin tazyikini duyuyoruz; bazı devirlerinde eskinin adamı olarak yeninin tazyiki altında yaşıyoruz. Bu kutub değiştirme bir asırdan beri hayatımıza hâkim.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kırmızı
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir." Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."

Egemenliğin Başkumandana Devri

Kuruluşundaki ortak amaca rağmen BMM'nde fikir ayrılıkları ve yetki tartışmaları eksik olmaz: meclis, "milli egemenlik" kavramını ciddiye almaktadır. Ancak 1921 yazında askeri durumun kritikleşmesi üzerine, sorumluluğun tek kişiye devri gündeme gelir. Eski Roma cumhuriyetinde ve Fransız devriminde örnekleri bulunan bir yöntemle, meclisin sahip olduğu egemenlik haklarının fiili kullanımı, üç ay süreyle Başkumandan sıfatıyla Mustafa Kemal Paşaya devredilir. Geçici olarak haklarından feragat eden, fakat gerekli gördüğü takdirde süresinden önce bile olsa Başkumandanlık yetkisini geri alma hakkını saklı tutan meclis, de jure halâ egemendir. Ancak 1922 Mayısındaki üçüncü uzatmada, bu hayal de sona erer. Meclis, yetkilerini geri almayı dener; askeri birliklere güvenen Başkumandan yetkilerini devretmeyi reddeder ve meydan okur; meclis boyun eğer. Türkiye'nin yakın tarihindeki ilk askeri darbe olarak değerlendirilmesi gereken bu olaydan sonra, meclis egemenliği artık laftan ibarettir.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
151
Baskı Tarihi
1976
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergah Yayınları
Batılılaşma İhaneti esas itibariyle yakın tarihe yönelik bir meydan okumadır. Merhum Cemil Meriç kitap yayınlandığı zaman onu bir 'ithamname' olarak nitelemişti. Kitabın yirmi yıldır azalmayan bir ilgiye mazhar olması şüphesiz öncelikle ele aldığı konunun aktüalitesini yitirmemesinden kaynaklanıyor. Fakat sırf konunun güncelliği böyle bir sonuç doğurmaya yetmez. Ele aldığı hususları cesaretli değerlendiriş biçimi ile birlikte, vardığı sonuçlar da ilginin sürekliliğini sağlamıştır. Yazarı kitabın gördüğü ilgiyi, en çok maşeri vicdana, kamunun hislerine tercüman olmasına bağlamaktadır.

Atatürk'e göre cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir?

Cumhuriyet fazileti ahlakiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir.Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskar insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, korkuya tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil ,sefil, rezil,insanlar yetiştirir(*). Aradaki fark bundan ibarettir. (İzmir kız öğretmen okulunda bir konuşma, 14.X.1925) a.s.d. 2,sf 231; Hakimiyetiş milliye: 15.X.1925 (*) M.Kemal: 1881 de doğdu Cumhuriyet ilan edildiğinde 43 yaşındaydı

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
151
Baskı Tarihi
1976
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergah Yayınları
Batılılaşma İhaneti esas itibariyle yakın tarihe yönelik bir meydan okumadır. Merhum Cemil Meriç kitap yayınlandığı zaman onu bir 'ithamname' olarak nitelemişti. Kitabın yirmi yıldır azalmayan bir ilgiye mazhar olması şüphesiz öncelikle ele aldığı konunun aktüalitesini yitirmemesinden kaynaklanıyor. Fakat sırf konunun güncelliği böyle bir sonuç doğurmaya yetmez. Ele aldığı hususları cesaretli değerlendiriş biçimi ile birlikte, vardığı sonuçlar da ilginin sürekliliğini sağlamıştır. Yazarı kitabın gördüğü ilgiyi, en çok maşeri vicdana, kamunun hislerine tercüman olmasına bağlamaktadır.

Atatürk'ün adanalı çiftçilerle konuşması

Evet arkadaşlar o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca bu milleti gaflette bıraktılar, onu nura koşmaktan men ettiler. Onlar bu mileti ve memleketi yalnıuz iki zamanda düşünürlerdi..Biri paraya ,diğeri askere muhtaç oldukları zaman. Bir baştan memleketi soyarlar,diğer yandan milleten aldıkları askerle Viyana'yı ,Mısır'ı, İran'ı zapt için fütuhata kalkarlardı. Halbuki milletin o fütuhatta hiçbir emeli millisi, arzuyu vicdanisi ve menfaati yoktu. Onların hırsı,onların şan ve şerefi için, bu milletin evlatları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirdi.. Sonra onların,saraylardaki debdebe ve daratı(Büyük gösteriş) temin için paraya ihtiyaçları vardı.Bu parayı milletten sopayla alırlardı.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
393
Baskı Tarihi
Kasım 2007
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
9944-125-03-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İzmir
Yayın Evi
Kaynak
Editörü
Şeref Yılmaz
Yazan: AHMED ŞAHİN Yazı Kaynağı: Zaman Gazetesi, Ailem Eki, Sayı: 228 Çileli bir devrin hikayesini Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarından okumak büyük bir şans. Hayatını tamamen ilme adamış yüksek bir kâmet olan merhum Kurucu, hatıralarıyla da irşad vazifesini yerine getiriyor.

Tekkeler ve Medreseler

Dedemin, tekkelerin ve medreselerin kapatılmasına dair şu sözlerini de hatırlarım: "Allahu Teâlâ zulm etmez. Kul, başına gelecekleri hak eder. Cenab-ı Hak, bir nefis kendisini değiştirmeden, onun hâlini değiştirmez. Ona ceza vermez. Çünkü Âdil-i Mudak'tır. Demek ki, yapılan bu inkılâplara, bu darbelere, bu millet müstehak olmuştur... Dergâhlar böyle lâubali oldu. Medreselerde, bir tulum peynir, bir teneke yağa, talebe sımf geçti... Çocuk babasının yanında köyde çalışır, ama rüşveti yiyen hoca çocuğu medreseye devam etmiş gösterir, sımf geçirir... İşte bu gibi lâubalilikler, lâkaydlıklar başımıza bu cezaları getirdi. Çektiklerimiz, amellerimizin cezasıdır..." Hakikaten tekkeler de medreseler de ne yazık ki, bozulan millî ahlâk ve zayıflayan devletie birlikte değişip asıl hizmet ve vazifelerini yapamaz olmuşlar. Bu yüzden Tanzimat'tan beri "medreselerin ıslâhı" meselesi konuşulur olmuş... Fakat umumî çöküş arasında bu müesseseler de bir türlü toparlanamamışlar. "Islâh-ı medâris" bahsi son zamanlara kadar gündemde kalmıştır. Hatta Konya'da Meşrutiyet devrinde kurulan ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin, çok beğendiği için, oğlunu ta İstanbul'dan tahsil için gönderdiği yeni medrese teşkilâtının adı da bu sebeple "Islâh-ı Medâris" olarak seçilmiştir.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
614
Baskı Tarihi
Nisan 2004
ISBN
975-293-203-7
Baskı Sayısı
5. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğan Kitap
Soner Yalçın'ın 2004'te yayımlanan romanıdır. 1875 yılında başlıyor hikâye ile bir ailenin köklerini araştırıyor, bunu yaparken de Türkiye’nin geçmişindeki gizleri ortaya çıkarıyor ister istemez. Çünkü bu ailenin de gizleri var.

İlk Milli Bankalarda Sebatayistlerin Ağırlığı Nedir?

Soru: "millî bankaların" ve "millî şirketlerin" kurulmasında, gerek İzmir'de oturan ve gerekse Selanik'ten göç eden Sabetayistlerin ağırlığı nedir? Keza, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda ilk direniş örgütlerinin, "millî bankaların" ve "millî şirketlerin" bulunduğu Ege bölgesinde kurulmasının bildiğimiz "hamaset edebiyatı" dışında bir başka açıklaması yok mudur ? Bu direniş örgütlerindeki Sabetayistlerin ağırlığı nedir? Ne yazık ki bu ülkenin "tabuları" bu tür sorulara ve araştırmalara engeldir! Geçelim...

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kırmızı
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir." Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."
Neden Altını Çizdim?
Cumhuriyet ülkemizde adeta "kutsanır" Aslında yirminci yüzyıl başlarında en azından bir müddet boyunca "cumhuriyet" kavramının "diktatörlükle" eş anlamda kullanılmış olduğunu öğrenmek ilginç...

Cumhuriyet

Hanedanın temsil ettiği yerleşik çıkarlara, geleneklere ve dengelere karşı, topyekün toplumsal değişimi amaçlayan rejimlerin cumhuriyetçiliğe meyletmesi doğaldır. Uygulamada cumhuriyet, popülerlik ve/veya kaba güç dışında hiçbir meşru dayanağı olmayan siyasi liderlerin, devlet gücüne rakipsiz ve kısıtsız bir şekilde sahip olmalarını sağlayan bir teori olarak kullanılmıştır. Siyasi Liderin iktidarını daraltma veya tesirsiz bırakma potansiyeline sahip olan hükümdar, ya Rusya ve Portekiz'deki gibi alaşağı edilmiş; ya Almanya, İspanya ve Macaristan'daki gibi, kısa süre önce başkaları tarafından devrilmişken geri dönmesine izin verilmemiş, ya da İtalya ve Japonya'daki gibi marjinal bir konuma itilmiştir. ../.. 1917 öncesinde Avrupa ve Asya'da sadece iki cumhuriyet (Fransa ve İsviçre) bulunduğu hatırlanmalıdır. 1917'yi izleyen yıllarda yeryüzünde – resmen veya fiilen – yeni kurulan yirmiye yakın cumhuriyetten ikisi (İrlanda ve Çekoslovakya) hariç tümü diktatörlük rejimleri olmuşlar veya kısa sürede diktatörlüğe dönüşmüşlerdir.