Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Tarihi
2000
ISBN
975-7462-94-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergâh
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen "Yaşadığım Gibi" yazarın, şair, hikayeci - romancı ve edebiyat tarihçisi olarak millî kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.

Bir Tanzimat Aydını Analizi

Doğrusu istenirse, Tanzimat'tan beri yetişenlerin çoğunda hemen her hareket, gürültülü ve sessiz bir istifa, bir nevi tövbekârlık, kendi kendini inkârla sona erer. Yahut şahsiyet tam bir dargınlık içinde veya kısır bir şüphede kendisini tüketir. Fikret ile Cenab'ın akıbetleri! Bir nevi terk-i saltanata benzeyen prensip fedakârlıkları ise burada sayılamayacak kadar çoktur.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-00125-1-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğu Kütüphânesi
Editörü
Halil Açıkgöz
Bu kitabın yazarı aslında Halil Açıkgöz ancak altını çizdiğimiz tüm satırlar Cemil Meriç'e ait olduğundan yazarı Cemil Meriç olarak girdik.

Fırıldaklar Ansiklopedisi

Bizde bir "fırıldaklar ansiklopedisi" daha yapılmadı. Batı'da var. Türk intelijansiyasını tanımak için şart bu. Önce ne diyorlardı, şimdi ne diyorlar, bir bir tespit edilmeli.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
393
Baskı Tarihi
Kasım 2007
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
9944-125-03-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İzmir
Yayın Evi
Kaynak
Editörü
Şeref Yılmaz
Yazan: AHMED ŞAHİN Yazı Kaynağı: Zaman Gazetesi, Ailem Eki, Sayı: 228 Çileli bir devrin hikayesini Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarından okumak büyük bir şans. Hayatını tamamen ilme adamış yüksek bir kâmet olan merhum Kurucu, hatıralarıyla da irşad vazifesini yerine getiriyor.
Neden Altını Çizdim?
Bu konuda neden hassas değiliz bilmiyorum. Zaman elimizde en hızlı tükenen ve asla geri dönüşü olmayan kaynak!

Zamanı Boşa Geçirmemek...

Dedem, hacca gittiğinde, Kabe'yi ilk defa gördüğü zaman, "Allah'ım burada senden dünyalık istemeyeceğim. Bana medreseye yakın bir ev nasib eyle ki, gelip giderken boş yere vaktim geçmesin." diye dua etmiş... "Kabe'yi ille gördüğünüzde edeceğiniz dua makbul olur derlerdi. Ben de böyle dua etmiştim. Duam kabul oldu." derdi.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kırmızı
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir." Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."

İnkılap Projesinin "Meşruiyet" Arayışı

Siyasi meşruiyet, "halka" (Sovyetlerde: "işçi sınıfına ve topraksız köylülere") dayandırılır. Modern diktatörler, iktidarı fetih, gelenek, din veya müktesep hak üzerine kuran eski zaman zorbalarından farklı olarak, plebisitler veya benzeri oylama yöntemleriyle halkın onayını almaya büyük önem verirler. Hepsi, bir çeşit "demokrasi" (devrimci demokrasi, ulusal demokrasi, halk demokrasisi, "Romen tipi demokrasi", korporatif demokrasi, öz hakiki demokrasi vb.) olmak iddiasındadır. Halkçı yaklaşımın zorunlu bir sonucu olarak, siyasi uyarı ve propaganda işlevlerinin en küçük toplum birimine kadar örgütlenmesi hedeflenir. Diktatör, eski zaman zorbaları gibi siyasi muhaliflerini sindirmekle yetinmez; halkın tümünü kendi tarafına çekmeye çalışır. Halkı uyarmak ve yönlendirmek görevini üstlenen Parti, bundan ötürü olağanüstü önem kazanarak bazen devletin asli kurumlarının (ordu, polis ve bürokrasinin) dahi önüne geçer. İnkılap projesi, bir yandan yenilenme ve değişimi hedeflerken, bir yandan da bunun, ulusun bir süredir bozulmuş/yozlaşmış/unutulmuş olan aslına ("ruhuna", "cevherine", "köklerine") dönüş olduğunu ileri sürer. Bu anlayışın ifadesi olan milliyetçilik, a) kendi ulusunun "aslı" itibariyle tüm diğer uluslara üstünlüğüne inanmayı, ve b) ülke içindeki asimile edilmemiş unsurlardan – azınlıklardan, Yahudilerden vb. – nefret etmeyi içerir. Bu hususta tek istisna Sovyetler Birliğidir. Enternasyonalizm idealini uzun süre terketmeyen Sovyet rejimi, "Sovyet halkı" ve "Sovyet vatanseverliği" kavramlarını ön plana çıkaran ve ortak siyasi iradeye dayanan bir milliyetçilik türü oluşturmayı denemiş, ancak bunda çok başarılı olamamıştır.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Tarihi
2000
ISBN
975-7462-94-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergâh
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen "Yaşadığım Gibi" yazarın, şair, hikayeci - romancı ve edebiyat tarihçisi olarak millî kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.

Kaybettiğimiz Devam ve Bütünlük Fikri

Bugün umumî hayatımızda herhangi kökten bir ameliyeyi yapabilmek için lâzım gelen şartlardan âdeta mahrum gibiyiz. Bizi değiştirecek şeylere karşı ne bir mukavemet gösterebiliyoruz, ne de ona tamamiyle teslim olabiliyoruz. Sanki varlık ve tarih cevherimizi kaybetmişiz; bir kıymet buhranı içindeyiz. Hiç birini büyük mânâsında kendimize ilâve etmeden her şeyi kabul ediyor; ve her kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde âdeta kilit altında saklıyoruz. Bir medeniyet bir bütündür. Müesseseleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder. Onları lüzumsuz bulmaz, şüphe de etmez. Nasıl elimiz, ayağımız, kulağımız bulunduğunu düşünmeden bu uzuvlarla yaşarsak onlarla öyle yaşarız. Hakikî taazzuv da budur. Umumî hayat değiştikçe, medeniyet de müesseseleriyle ve kıymet hükümleriyle değişir. Bazan bunların bir kısmını tasfiye eder. Fakat bütün bu değişiklikler insanla beraber olur. Küçük, büyük buhranlar, anlaşamamazlıklar, huzursuzluklar, sıçrayış devirlerinde ihtilâller, teknik terakkiler, keşif veya tabiî inkişaflar bu tasfiyeleri yapar. Garp'ta ortaçağ insanı, rönesans insanı, makine sanayi'i devrinin insanı, bugünün insanı medeniyetiyle, müesseseleriyle beraber teşekkül etmiş şe'nî ve tarihî vakıalardır. Biz de eski medeniyetimiz içinde böyle idik. Selçuklular devrinde Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı benimseyen ilk kurucu nesiller, Osmanlı fâtihleri, bütün siyasî düzensizliklerine rağmen bize Itri'nin dehasını ve Nailî'nin dilini veren, zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci asır sonunun insanı elbette birbirlerinden çok farklıydılar. Fakat aynı zamanda birbirlerinin devamıdırlar da. Vâni Efendi'de Zembilli Ali Efendi, Zembilli Ali Efendi'de ilk İstanbul Kadısı Hızır Bey, Bursalı ismail Hakkı'da Aziz Mahmud HUdaî, Hüdaî'de Üftâde, Üftâde'de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus'ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu. Bütün bu insanlar ne kendilerinden, ne de bir evvelkilerden şüphe ediyorlar, hayatı, düşünceyi, kendilerini idare eden değerleri kudsî bir emanet gibi kabul ediyorlar, aralarında nesil farklarını tabiî buluyorlardı. Onlar parçalanmış bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mazi zihinlerinde birbirine bağlıydı. Birbirlerini zaman içinde tamamladıkları İçin, gelecek zamanları da, kendi düşünce ve hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi tasavvur ediyorlardı. O kadar ki onsekizinci asırda yaşayan Kul Hasan Dede, onbeşinci asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile, sanki aynı şehirde ve aynı tekkede imişler gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve hayat görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzûlî'nin bir mısra'ıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri arkasından gelen nesiller, Hallaç'ın haksız yere dökülmüş kanını dava ediyordu. Hülâsa fikirler, imanlar büyük bir aile mirasının torunlarda genişlemesi gibi, aym köklerden dalbudak salıyordu. Hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp gidiyordu. Böyle olduğu için de bir yere konan taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini etrafına kabul ettiriyordu. İşte Tanzimat'tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve bütünlük fikridir.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-00125-1-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğu Kütüphânesi
Editörü
Halil Açıkgöz
Bu kitabın yazarı aslında Halil Açıkgöz ancak altını çizdiğimiz tüm satırlar Cemil Meriç'e ait olduğundan yazarı Cemil Meriç olarak girdik.

Osmanlı'yı Yıkmak İçin Gelen Misyoner Türkçüler

Rusya'dan gelen Türkçülerin hepsi Osmanlı'yı yıkmak için çalışan birer misyonerdir.

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2005
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-00125-1-8
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Doğu Kütüphânesi
Editörü
Halil Açıkgöz
Bu kitabın yazarı aslında Halil Açıkgöz ancak altını çizdiğimiz tüm satırlar Cemil Meriç'e ait olduğundan yazarı Cemil Meriç olarak girdik.

Osmanlı'yı yıkmak

Servet-i Fünuncular'ın, Fecr-i Âtîciler'in, Gökalp'ın ... hepsinin tek gayesi vardı, Osmanlı'yı yıkmak. Hepsi'de Osmanlı'dan kaçmıştır.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
438
Baskı Tarihi
Mayıs 2008
ISBN
978-975-9169-77-0
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kırmızı
Editörü
Fahri Özdemir
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir." Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."
Neden Altını Çizdim?
20. yy başında kurulan birçok diktatörlüğün ortak yönleri tespit edilirken dine bakışları arasındaki paralellikler de not edilmiş.

Diktatörlerin Dine Bakışı

Sovyetlerde dinî kurum ve inançlara karşı açık düşmanlık ön plandadır. Nazi Almanya'sında kiliseler rejimin üstü örtülü baskılarına hedef olmuşlardır. İtalya, Avusturya ve İspanya'da ise, "sağ" rejim, ortak "sol" düşmana karşı kilisenin siyasi desteğini sağlama çabasına girişmiştir. "Solun" yöntemi, o halde, dinî inanç ve kurumların inkılaba direnişini kırmak ise; "sağın" yöntemi, onları inkılap davasının içine çekmek, ya da en azından inkılaba direnmemelerini sağlayacak tavizleri vermek diye tanımlanabilir. Her iki halde de din, siyasi ve milli davaya hizmet ettiği oranda yüceltilir, aksi halde "zararlı ideoloji" sayılarak lanetlenir. Ortak hedef, dinî inanç ve kurumların devlet güdümüne alınması, güdülemeyenlerin ise tasfiye edilmesidir.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
203
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-8432-80-6
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
vural yayıncılık

Herşey Allah’ı anar

Taş Allah'a varmaya o kadar ümitli ve isteklidir ki durmadan O'nu anar.gün gelir o taşın yumuşacıkbir kalbi olur. Öyleyse düşün. SEN taş olarak yaratılmadın.Taşın bile Allah'a kavuşmaya ümidi varken sen nasıl ümitsiz olabilirsin. *** RABBİM!Bana yaptığın herşeyi sevgi ve şefkate boyuyorum,onları yaşadığım aşkla anlıyorum. Bu yüzden herşey güzel geliyor bana... Tokatlıyorsun;"Şefkat tokadı"diyorum. Vuruyorsun;"Sevdiyinden"diyorum. En küçük hatalarımı bile cezalandırıyorsun."Sevmese,bu kadar dikkat eder mi?"diyorum. Beni herşeyden kıskanıyorsun. ""Kıskanıyor,çünkü seviyor" diyorum. "Cehenneme layıksın sen"diyorsun "Cehennem aşkının ateşidir"diyorum. "Cennet diyorsun, "Aşkımı cennetle deniyor" diyorum. S'en beni cennetin zenginliğine davet ediyorsun, Ben S'enin aşkını dileniyorum. Bana aşkını ver RABBİM,cenneti değil. Sen sevmesende,izin ver seveyim Seni... Sonra istediğini iste benden. Dilediğin yükü ver omuzlarıma. Değil mi ki aşkın var kalbimde, Hangi yük ağır gelir bana? Hangi iş zor,aşkın karşısında?

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
96
Baskı Tarihi
2007
ISBN
9752693739
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
Etkileşim Yayınları
Kitap, yazarın muhtelif zamanlarda kaleme aldığı köşe yazılarının derlenmesiyle oluşturulmuştur.

Sırr-ı Kavseyn

İki kavis arasındayım. Her `yaşam parantezi` doğumla açılıyor ve ölümle kapanıyor; benim parantezim de doğumla açıldı ve her parantez gibi o da en nihayet ölümle kapanacak. Parantezin açılması elimde değildi; kapanması da elimde olmayacak. Parantezi kim açtıysa, o kapatacak, burası kesin. Niçin açıldı, bilmiyorum. Niçin kapanacak, onu da bilmiyorum. İki kavis arasında olup bitenlerle öylesine meşgulüm ki bildiğim tek şey, iki parantez arasında sıkışıp kaldığım. Bu-ara-dayım; doğumla ölüm arasında. Ne garip değil mi, yaşam, cilveleriyle beni meşgul ettiği sürece, parantezin kapanış anından uzaklaştığımı, o üzerime bütün dehşetiyle eğilen kavsi geriye ittiğimi sanıyorum, öyle ki parantezin kapanıp kapanmayacağını umursamıyorum bile. Yaşam süremi ölçüyorum; yolun başındayken yaşam süremin arttığından ötürü sevinirken, yolun sonuna doğru süremin azaldığını hissedip hüzünleniyorum; yaşadıkça yaşlanıyorum çünkü. Hüzünleniyorum. Peki nedir şu adına `hüzün` dedikleri? Hüzün, elde olanı gaib ettiğim için ruhumu bürüyen şeffaf libas... kayb olan ve edilen için duyulan üzüntü... Hüzün, mülkiyet duygusunun bir sonucu; zira bir yaşama sahip ve malik olduğumu, yani bir yaşamım olduğunu idrak etmeseydim, onu kaybettiğimi de idrak edemezdim. Varlığından haz aldığım şey, yokluğundan ötürü bana elem veriyor; varlığı hazza, yokluğu eleme yol açıyor. Hüzün, işte böylesine köklü bir mülkiyet duygusunun mahsulü. Yaşamaktan haz almasaydım, yokluğu halinde elem de duymazdım. O halde varlığının elem verdiğine inansaydım, yokluğunun da haz vereceğine inanmakta zorluk çekmezdim. Nitekim yaşamlarına kendi elleriyle son verenlerin yokluğu varlığa tercih etmeleri, aslında hazzı eleme tercih etmelerinden kaynaklanmıyor mu? Modern hayatın hüznü def etmek için bulduğu yegane çözüm, insanı koyu bir gafletin içine sokmaktan ibaret. İğfal sözcüğü gaflet`ten ürüyor. Gaflet, modernlik tarafından iğfal edilen insanın trajedisi... parantezsizlik sanısı... bir aymazlık hali... aptallıktan türeyen keyif... Sevinç de işbu gafletin, unutmanın, görmemenin, bilmemenin mükafatı. Hüzün nasıl ki gaib edilenin/kaybedilenin üzüntüsü ise, korku da tam aksine kaybedilecek olandan kaynaklanan kaygının adı. Kaybettiğim için hüzün, kaybedeceğim için korku duyuyorum. Varolanın yokluğu hüzün duymama (üzülmeme) yol açarken, yok olacağı ihtimali korkmama yol açıyor. Korkuyorum; zira kaybedeceğim. Kaybettiğim için değil, kaybedeceğim için korkuyorum. Kaybetseydim üzülürdüm. Oysa kaybetmedim ve fakat eninde sonunda kaybedeceğim. Önemsiz ve değersiz olanı kaybettiğim için üzülmem; önemsiz ve değersiz olanı kaybedeceğim diye de korkuya kapılmam. O halde hüznümün ve/veya korkumun sebebi, gerçekte kaybetmek ve kaybedecek olmak değil, bilakis önemli ve değerli bir şeyi kaybetmek ve/veya kaybedecek olmak. Yaşamı önemli ve değerli kılan nedir? İlk elde akla gelecek olan, birtakım nitelikler, ya yaşam için gerekli olan, ya da yaşamın mümkün kıldığı birtakım haz ve değerler. Oysa `ben` olmasaydı(m), yaşam da olmazdı; zira yaşayan özne olmaksızın yaşanılan olmazdı; yaşanılan olmayınca, tabiatıyla yaşam da olmazdı. Bu-ara-da anlam`ın yaşama, yaşamın kendisinden geldiğini pek o kadar kolaylıkla niçin söyleyemiyorum acaba? Çok basit: İki kavis arasında kalan`ın anlamı, kavislerin içinden çık(a)mıyor da ondan. Bu-ara-da olana, anlamını, sınırları veriyor; iki kavisin (kavseyn) varlığı, yaşamın hem sınırlarını, hem anlamını belirliyor. Böylelikle anlam, yaşama, kendisinden değil, dışından, yani kavislerin varlığından geliyor. Özetlersek, yaşamın varlığı, iki kavisin varlığıyla mümkün. Anlamı ise onların anlamıyla kaim. Peki o halde kavseynin varlığının sebebi ve anlamı ne? Sırr-ı kavseyni, yani yaşamı mümkün kılan parantezlerin varlık sebebini bilmediğimi, soruşturmanın en başında teslim ettiğime göre, bu niçin`in için`i ben`ce meçhul kalacak demektir. Oysa kavs-i nüzul`ün (iniş yayı: doğuş) sırrı bilinseydi, kavs-i uruc`un (yükseliş yayı: ölüm) sırrı da bilinir; böylelikle bir çırpıda yaşamın sırrı da sır olmaktan çıkardı. Karanlıktayım.