Sonsuzluk ve Bir Gün

"Neden, anne... ...hiçbir şey beklendiği gibi olmadı? Neden? Neden çürüyüp gider insan... ...sessizce... ...acıyla ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim? Kendi ana dilimi konuşma şansım varken... ... Kendi dilim varken... Hâlâ kayıp kelimeleri bulabilecek... ...ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken. Neden sadece ve sadece... ...kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? Neden? Söyle bana, anne... ...insan neden bilmez nasıl seveceğini?"

Eternity and a Day (Sonsuzluk ve Bir Gün)

Antichrist

Doğa Şeytan'ın mâbedidir! (Nature is Satan's church!)

ERKEK [sözde-akıldışılık]: Ben Doğa'yım... Doğa olarak nitelendirdiğin her şey.

KADIN [sözde-akıl]: Peki Bay Doğa, ne istiyorsun?

— Elimden geldiğince canını yakmak.

— Nasıl?

— Sence nasıl?

— Beni korkutarak mı?

— Seni öldürerek...

— Doğa bana zarar veremez!

— Sen altı üstü dışardaki yeşil yolsun.

— Hayır! Ondan fazlasıyım.

— Anlamıyorum.

— Dışardayım, ama aynı zamanda.... içindeyim. Ben insanlığın doğasıyım.

Antichrist (Deccal)
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2016
ISBN
975-9000-45-5
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Ankara
Yayın Evi
Kadim Yayınları
Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşımlarındaki farklılıklar, doğal olarak aydınlar arasında bölünmelere neden olmuştur. Her kimlik sınır çizer; içeride tutulmak istenenlere yapılan her vurgu, dışarıda tutulacakları da belirginleştirir. Osmanlı’da ondokuzuncu yüzyılda oluşan siyasal kimlikler sırayla Batıcılık, Muhafazakârlık ve İslâmcılık olmuştur. Bu üç kimliğin ortak özelliği, Osmanlıcılık kimliğini de içermeleridir. Yirminci yüzyılın başlarında bu kimliklere Türkçülük de eklenmiştir.

Resmî Ulusçuluk

Resmî ulusçuluk, “dışlanma ya da marjinalleştirilme tehdidi altındaki iktidar gruplarının” popüler ulusçulukların imparatorluklara vereceği zararları azaltmak ve ulusçu duyguları manipüle etmek için başvurduğu politikalardır. Resmî ulusçuluk politikasının temel özelliklerinden biri, “ulus ile hanedanlık mülkü arasındaki bir aykırılığın üstünü örtüyor” olmasıdır. Bu politikaya göre, “Macarlaştırılıması gereken Slovaklar, İngilizleştirilmesi gereken Hintliler, Japonlaştırılması gereken Koreliler vardır. Resmi ulusçuluk, bu hedeflerine hiç bir zaman ulaşamadı. Ama imparatorlukların çekirdeğinde ortaya çıkan ulusçu duygulardan bir süreliğine de olsa yararlanarak ve sivil ulusçuları manipüle ederek hanedanlıkları yirminci yüzyıla kadar taşımayı başarmıştır.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2016
ISBN
975-9000-45-5
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Ankara
Yayın Evi
Kadim Yayınları
Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşımlarındaki farklılıklar, doğal olarak aydınlar arasında bölünmelere neden olmuştur. Her kimlik sınır çizer; içeride tutulmak istenenlere yapılan her vurgu, dışarıda tutulacakları da belirginleştirir. Osmanlı’da ondokuzuncu yüzyılda oluşan siyasal kimlikler sırayla Batıcılık, Muhafazakârlık ve İslâmcılık olmuştur. Bu üç kimliğin ortak özelliği, Osmanlıcılık kimliğini de içermeleridir. Yirminci yüzyılın başlarında bu kimliklere Türkçülük de eklenmiştir.
Neden Altını Çizdim?
Hegel bugün yaşasa, her sabah uyanır uyanmaz sosyal medyaya bakmamızı ne tür bir ayine benzetirdi acaba?

Gazeteler ve Milli Şuuru Oluşturan Kitlesel Ayin

Gazete kitaba oranla daha popüler, ama aynı zamanda daha az dayanıklı bir iletişim aracıdır. Kitap, “çağımızın dayanıklı tüketim mallarının habercisi” olduğu gibi, gazete de “modern dayanıklı tüketim mallarına içkin olan işi bitme, modası geçme eğilimi”nin habercisidir. Gazete, kısa sürede işi bittiği ve modası geçtiği için “olağanüstü bir kitlesel âyini mümkün kılar”.

Herhangi bir ulusal dilde basılan kitap ve gazetelerin piyasası içerde o ulusa ait özel mekânı, dışarıda ise o ulusun etki alanını gösterir. Gazete, gündelik dilde, düzenli ve kısa periyotlarla yayınlandığı için, dil temelli bir topluluğa ait olma bilincinin kazanılmasında kitaba oranla daha etkilidir; yazı dili ile konuşma dilini kaynaştırmada da kitaba oranla daha başarılı olmuştur. Bu nedenle, ulusal dillerin oluşumunda ve bu dilin kitleler tarafından benimsenmesinde, ayrı bir öneme sahiptir. Bir gazetenin belli bir coğrafyada eş zamanlı olarak okunmasını/tüketilmesini, üyelerinin birbirlerini anlamadığı, hayalî bir topluluğun olağanüstü bir kitlesel âyini olarak değerlendirmek mümkündür. Daha ondokuzuncu yüzyılın başlarında Hegel, her sabah yinelenen bu âyinleri, modern insanların sabah duaları olarak değerlendirmiştir.
 


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2016
ISBN
975-9000-45-5
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Ankara
Yayın Evi
Kadim Yayınları
Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşımlarındaki farklılıklar, doğal olarak aydınlar arasında bölünmelere neden olmuştur. Her kimlik sınır çizer; içeride tutulmak istenenlere yapılan her vurgu, dışarıda tutulacakları da belirginleştirir. Osmanlı’da ondokuzuncu yüzyılda oluşan siyasal kimlikler sırayla Batıcılık, Muhafazakârlık ve İslâmcılık olmuştur. Bu üç kimliğin ortak özelliği, Osmanlıcılık kimliğini de içermeleridir. Yirminci yüzyılın başlarında bu kimliklere Türkçülük de eklenmiştir.

Kitap montaj hattında üretilen ilk endüstriyel üründür

Dil sorunu Protestanlar için bir iletişim sorunuyken, kapitalistler için pazar sorunudur. Matbaa, bilginin kitlesel üretimi ve yayılmasını sağlayarak, girdiği her yerde geleneksel düşünce ve yaşam tarzlarında köklü ve hızlı değişimlere neden olmuştur. Onbeşinci yüzyılın sonlarına kadar, kilisenin tekelinde olan seçkinci Avrupa düşüncesi gerileyerek, yerini kitlelere hitap eden yeni düşüncelere bırakmaya başlar. Başta Protestanlar olmak üzere, kilisenin düşünce üzerindeki seçkinci tekelinden rahatsız olan ve bu duruma karşı kitleleri bilinçlendirmeye çalışan çevreler, kendilerini ifade aracı olarak, halkın kolaylıkla anlayabileceği anadilleri kullanmayı tercih ettiler. Ne var ki, yazılı olmayan anadiller, coğrafî yakınlık ve ulaşılabilirliklerine bağlı olarak, “birbirleriyle iletişim kuran yerel ağızlar ya da lehçeler karmaşasıdır”. Farklı lehçeleri konuşan insanlar arasında iletişim sağlayacak konuşulan bir “ulusal dil” yoktur. Bu çeşitli dil ve lehçelerin her birinde yayın yapmak kapitalistler için, rasyonel bir yol değildi. Basılı ürünleri mümkün olan en geniş kitleye yayma arzusu kapitalistlerin diller ve lehçeler arasında bir seçim yapmasını gerekli kılıyordu.

Matbaa, yazarlar ve anadiller için olduğu kadar, üretim ve piyasa için de bir kitleselleşme olgusu yaratmıştır. Matbaa, “kitle üretiminin ilk biçimi” (McLuhan), kitap da montaj hattında üretilen ilk endüstriyel üründür.

Yeni bir iletişim teknolojisi olan matbaanın yeni bir üretim ilişkileri sistemi olan kapitalizmle etkileşimi, insanları siyasal coğrafyalar içinde mahkûm oldukları dilsel çeşitlilikten kurtaracak ve yeni toplumsal ilişkileri ortaya çıkaracak bir altüst edici etkileşimdir.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
384
Baskı Tarihi
2016
ISBN
975-9000-45-5
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Ankara
Yayın Evi
Kadim Yayınları
Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşımlarındaki farklılıklar, doğal olarak aydınlar arasında bölünmelere neden olmuştur. Her kimlik sınır çizer; içeride tutulmak istenenlere yapılan her vurgu, dışarıda tutulacakları da belirginleştirir. Osmanlı’da ondokuzuncu yüzyılda oluşan siyasal kimlikler sırayla Batıcılık, Muhafazakârlık ve İslâmcılık olmuştur. Bu üç kimliğin ortak özelliği, Osmanlıcılık kimliğini de içermeleridir. Yirminci yüzyılın başlarında bu kimliklere Türkçülük de eklenmiştir.

Milli dillerin teşekkülü

Avrupa’da ulusal diller ilk olarak, basılı eserlerin iletişimde hâkim hâle geldiği ve yoğun bir kitle iletişiminin gerçekleştiği coğrafyalarda ortaya çıkmıştır. Matbaa, tüm Hıristiyan Avrupa topluluklarının ortak “yazı dili” (linguafranca) olan Latincenin çökmesini ve belli bölgelerde hâkim olan dil ve lehçenin diğer dilleri ve lehçeleri bastırarak “ulusal dil” hâline gelmesini sağlamıştır.

Ulusal dillerin kökeni, yöresel ve/veya sınıfsal lehçelerdir. Bazı lehçeler, yazıyla yaygınlaşarak ulusal dil düzeyine ulaşmış ve diğer lehçelerden farklılaşmıştır. Ulusal diller lehçe özünden koparak, lehçeye özgü deyişlerden arınarak, farklı lehçelerden/dillerden kelime alarak zenginleşmiş, özgün ve standart bir söz dizimi oluşturmuşlardır.
 


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu ‘nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolej’de Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938’de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)
Neden Altını Çizdim?
Bu prototipin bugün olgunlaşmış hali Adnan "hoca" ve "cemaati" sanki.

İslamiyette tesettür meselesi!

Melal yeni partinin ilçe idare heyeti azasından olmuş­tu, nutuklar ve konferanslar veriyordu. Mebus listesinde yer alması ihtimali kuvvetliydi. Eh, okumuş yazmış bir kadındı da ... yaşı müsait olduğu gibi malumatfuruşluğu 1 ile de dik­kati çekiyordu.

O akşam parti ilçe binasında "İslam demokrasisinde kadının mevkii" üzerine bir konferans mevzuu hazırlamış­tı. Malumatın çoğunu Şeyh Baki'den topladığını, vukufuna hayran kaldığını söyledikten sonra Bersad'a dedi ki:

"Fakat Aşık'tan öğrendiğim birçok şey var ki fena tevil edilir korkusuyla konferansımdan çıkarmaya mecbur ol­dum. Mesela İslamiyette tesettür meselesi... Şeyh'in anlat­tığına göre kadının örtünmesi hakkındaki hükümler son­radan verilen ağır şekilleri haklı gösterecek mahiyette de­ğildir. Kur'an sadece dışarıda kadınların örtülerini omuz­larından aşağı sarkıtmalarını emrediyormuş, hatta ziynet ve süslerinin bir kısmını gizlemelerine lüzum göstermiyormuş.
Evden çıkarken bir sokak elbisesi giymelerini tavsiye ediyor­muş, o da tanınıp incinmemeleri içinmiş ... "

"Bunları karıştırma güzelim! Galiba seçimde halk dini­ne bağlıyı bile kafi bulmayacak, mutaassıp olanları tercih edecek."

"O yolu açan biz değiliz iktidardakiler başladı."


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
228
Baskı Tarihi
şubat 2005
ISBN
975-7270-02-4
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
istanbul
Yayın Evi
im yayınları
Editörü
ibrahim emir
Mütercimi
Erkıl Günur

Kitle hareketleri birbirlerine dönüşebilir

Bütün kitle hareketleri birbirinin yerini tutabilir. Bir kitle hareketi kolayca kendini başka bir kitle hareketine dönüştürebilir. Bir dini hareket bir sosyalist hareket veya bir milliyetçi harekete dönebilir; bir milliyetçi hareket bir devrimci harekete veya bir dini harekete dönebilir.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
Nisan 2013
ISBN
978-975-352-011-9
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Pınar
Allah (c.c), kendi yolunun küllenmiş işaretlerini hatırlatmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, mesajlarını yaymaya çalışırken hem kendilerini engellemek isteyenlerin, hem de taraftarlarının zulümlerine maruz kalmışlardır. Bu taraftarlardan bir kısmı peygamberin getirdiği sahih inancı olduğu gibi yaşamaya çalışırken, bir diğer kısmı kitabı tahrif etmek, bidat ve hurafelere tâbi olmak ve peygamberlerini adeta ilahlaştırmak gibi durumlara düşmüşlerdir.

Ehl-i Sünnet

Ehl-i Sünnet eğilimini, tarihi süreçte geçirdiği değişim ve ulaştığı sonucuyla tamamen anlayabilmek için ciddi ve kapsamlı bir araştırmaya her zaman ihtiyaç vardır. Fakat maalesef belirli önyargılardan kurtulunamadığı veya ithamlardan, eleştirilerden korkulduğu için bu iş yapılamamıştır. Bizim burada en genel hatlarıyla bahis konusu ettiğimiz Ehl-i Sünnet çok farklı anlam ve boyutlara sahip bir eğilimdir. Bugünkü ulaşılan şekliyle zıtlıkları, farklılıkları bünyesine toplamış, öncesinden oldukça farklı bir konuma ulaşmış durumdadır. Eğilimin ilk safhasını siyasî olduğu kadar, itikadı kaygılar oluşturur.

İslâm’ın yönetimden uzaklaştırılmasına kadarki dönemde başgösteren ayrılık ve kavgalar bazı sahabeleri sessiz olmaya, olaylara karışmamaya sevkeder. Bunlar arasında Abdullah b. Ömer, Sâd b. Ebî Vakkas, Muhammed b. el-Ensa- rî, Usame b. Zeyd gibileri de vardır. Onların tarafsızlığı, birbirleriyle kavga eden ve savaşanların müslümanlık iddiası taşımalarından kaynaklanır. Gelecekteki müslümanları şaşkınlık ve hayrete sürükleyen o olayların tarafları söz ve yaşantılarıyla müslümanlardır ve bir taraftan olmak bazılarına imkânsız görünür. İki taraftan birisini destekleyip, diğerine karşı savaşmak kolay karar verilebilecek bir durum değildir. Bu nedenle geçmişte de bazı insanlar tarafsız kalmayı gerekli bulurlar. Bu anlayış Tabi’în veya sonrasında da olaylar değerlendirildiğinde aynen korunur. Tarafsız kalınmaya çalışılır. Bununla ilgili olarak Ebü Hanife nin sözleri, ilgili tavrı ve gerekçesini açıklar niteliktedir: “Sen durumları iyi olan bir toplulukta idin. Daha sonra onları, birbirleriyle iyi olarak bırakıp ayrıldın. Sonra onların iki zümreye ayrıldıklarını ve birbirlerini öldürdüklerini duydun, onlara geldin. Ayrılırken iyi olarak bıraktığın halde, sonradan biribirini öldüren bu kimselere sorduğun zaman iki zümreden her biri kendisinin zulme uğradığını söyledi. Oysaki leh ve aleyhlerinde kendilerinden başka şahit de yoktur. Aralarındaki öldürme fiili sabit olduğu halde mazlum ve zalim ortada yoktur. Çünkü hasım olan bu iki tarafın birbiri için şahadetleri caiz değildir. Bu takdirde birbirini öldürmekten dolayı her iki tarafında, isabetli olmadıklarını bilmen gerekir. Ya iki taraf da hatalı, yahut biri hatalı, diğeri isabetlidir.”

Görünüşte Mürcie’nin düşüncesine bazı noktalarda yaklaşan ancak temelde tamamen farklı olan bu eğilim, zamanla statükoyu meşru görme eğilimine dönüşecektir ki, bunun ilk dönem tarafsızlığı ile ilgisi yoktur. Bunun açık delili, aralarında Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve benzeri seçkin şahsiyetlerin siyasi nedenlerle şehit edilmeleridir. Onların tarafsızlığı haksızlıklara müdahale etmemek biçiminde değil, görünüşte müslüman olan veya müslüman olduklarını söyleyen insanların hatalarına engel olmak ancak, iman! yönü Allah’a havale etmek biçimindedir. Bundan dolayıdır ki sonunda hayatlarını bile ortaya koymuşlar ve tarafsızlıklarının asıl yönünü göstermişlerdir. Bu durum da açıkça göstermektedir ki bu günün çoğunluk açısından suya sabuna dokunmayan zihniyetiyle aynı isim altında (Ehl-i Sünnet) zikredilen o şahsiyetlerin tavırları arasında hiç bir ilgi bulunmamaktadır.

Bu ilk dönemlerde Ehl-i Sünnet ismine rastlanmaz. Ancak Şia, Havaric, Mürcie, Kaderiyye, Mu’tezîle vs. gibi fırkaların bid’at olduğu anlayışına sahip olup, bunların karşısında Selef itikadını savunan insanlar, kendilerinin diğerlerinden farklı olduklarını göstermek için değişik isimler alma ihtiyacı hissederler. Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l Eser, Ehl-i Sünnet ve’l İstikamet, Ehl-i Hadîs vs. gibi isimler alırlar. Ancak yine de sistemli bir bütünlük halinde ortaya çıkılmaz ki, geneli ifade etmesi açısından üçdört yüzyıl Ehl-i Sünnet ismine rastlanmaz. Bu açıdan, kendi zamanlarının itikadı veya siyasî eğiliminden bahseden İbnû’r Ravendî, en-Nevbahtî, es-Serrac, Ömer Hayyam, imam Gazzâlî, İbn Rüşd’ün tanıklıkları kayda değer niteliktedir. Onlar kendi zamanlarıyla ilgili olarak Ehl-i Sünnet veya benzeri bir eğilimin varlığından (bugünkü anlamda veya ona yakın biçimiyle) bahsetmezler.189 Ancak bu durum daha önceleri Ehl-i Sünnet veya benzeri isimlerin kullanılmadığı, bu isimlerle kendilerini niteleyenlerin olmadığı anlamına gelmez, bundan bahsetmiştik. Önemli olan nokta, genel, sistemli, bütün bir eğilimin olmayışıdır. Ancak 12. veya 13. yüzyıldan sonra bugünkü anlam ve boyutlarda konuya ilişkin isim ve kavramlara rastlanmaya başlanır. Bu zamana kadar da çok şeyler olur ve değişir.

İtikadî yönüyle bid’at eğilimlere muhalefet ve selef itikadına bağlılık biçiminde başlayan tavrın en temel özelliği ilk dönemler için kelâm karşıtlığı olur. Onlara göre kelâm en önemli bidatlardandır ve ona karşı olmak gerekir. Onlarca kelâm, felsefe gibi düşünce biçimleriyle İslâm anlayışını değiştirmek veya yorumlamak yerine, Selefin anlayışı, değişmez ilke kabul edilir.


Türü
Hikâye
Sayfa Sayısı
360
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1938
ISBN
978-975-10-2981-2
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
"İstanbul'dan bahsedecektik. Uzakta kalanlar için İstanbul'un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir.

Arabistanlı Lawrence

Size (Lawrence'in) daha acayip bir hikayesini anlatacağım, bir falcı hikayesini:
Gene bir gün ikimiz de maşlahlı, at gezintisine çıkmıştık. Fırat'ı bir yakadan ötekine geçmek için kullanılan gemiler­den birine girdik. Bu kaba, hantal, mavna omuzda bir tabut 1 kaime: kağıt para gibi döne kıvrıla ve gıcırdaya gıcırdaya, sırık kuvvetiyle neh­ri aşmaya çalışırken yanımdakinin meraklı olduğunu bildik­leri için bize dediler ki:

"Şu kenarda bağdaş kurup oturan Arap iyi fala bakar."Lavrens "Çağır, yanımıza gelsin!" dedi. Bedeviye seslen­dim; fakat o, yerinden kımıldamadı, sert bir suratla cevap verdi:

"Siz buraya gelin!"

Ben kızacak oldum. İngiliz tınmadı, kalktı, sallanan ge­mide, esneyen ince tahtalardan aşarak falcının yanına gitti. Tabii, ben de arkasından.

Falcı yüzüme bakmıyordu bile ... Lavrens'in önüne sür­düğü mecidiyeye de elini sürmedi. Koynundan bir torba çıkardı, içi incecik kum dolu bir torbacık ... Bunu yere ser­di, düzeltti, sonra şehadet parmağının ucu ile üzerine bir­ takım çizgiler çekmeye başladı. Çölde, fırtınalardan sonra  gördüğümüz yılan derisi menevişleri gibi acayip, süslü, ka­rarsız çizgiler. .. Dünkü gibi hatırımdadır, hem bunları çizi­yor, hem de şöyle söyleniyordu:

"Kan! Gazve! Altın."

Lavrens, genç yüzünün taze neşesiyle dinliyor, gülümsüyordu.

"Ya Emir! Dökdüğün kan, yaptığın gazve, saçtığın altın Fırat gibi boşa akıyor."

Bedevi, birden elini kafasına götürdü:

"Bir çocuk sana bela getirecek. .. Başını koru!"

Ve parmağıyla alnının çatısını işaret ediyordu.

Vücudumda bir ürperme dolaştı; tekrar İngiliz'in yüzüne baktım: Hâlâ gülümsüyordu, fakat başka türlü, acı bir bükülüşle .. . O kadar ki falcının tesirinden kurtarmak lüzu­munu duydum, usulcacık:

"Sizi bir aşiret emirinin oğlu sandı, ona göre bir şeyler uydurdu!" dedim.

Lavrens, Fırat'ın sonsuz boşluklar, kavruk tepeler ara­sından devrile devrile akan toprak renkli sularına dalmıştı. Neden sonra şu cevabı, verdi:

"Doğru bildi. Ben dünyadaki en büyük aşiret emirinin manevi oğluyum!"

Çadırdaki arkadaşlarla beraber söyleştik:

"Evet, doğru bilmiş. Lavrens, İngiliz kralının manevi oğ­lu idi. Döktüğü kan ve altın da boşa gitti!"

Hacı Kasım, acı kahvesinden bir yudum daha içerek iti­raz etti:

"Fakat falcının kum üstündeki çizgilerden okuduğu alın yazısının son kısmı çıkmadı, daha alnının çatısı ikiye bölünmedi! "

(Lavrens, bir motosiklet kazası sonunda kafatası çatlamak suretiyle ölmüştü.)
Halep, 1936